28 Haziran 2005 Salı

"kazanmak için her şey mübah" (!)

anahtar sözcükler: hak ve adalet, kovboy filmleri, türk filmleri

Buraya yazmaya vakit bulamasam da boş kalırsam şunu şunu yazarım diye düşünmeden edemiyorum.
Zaten yazmam gereken bir sürü yer varken, bir de günlüğümü niye bu kadar düşünüyorum bilemiyorum. (Belki de bir konu ya da kafamda daha önceden tasarlanmış belirli bir kurgu olmadan, sırf zevk için yazmam eğlenceli geliyordur.)

Buradaki E-günlüğüme yazarken, serbest etkileşimle, içimden geldiği gibi yazmak, gerçekten de beni mutlu ediyor. o an ne düşünüyorsam onu yazıyorum.
Bu bana, diğer konularda olduğu gibi her zaman aklıma gelen bir örneği hatırlattı; meşhur robinson vardır ya (hani şu, adada mahsur kalan) ve tek dostu da cuma’dır hani.
Robinson’la cuma, iyi iki dost olur ve robinson geldiği yerleri, oralarda olan biteni anlatır.
Ve hep geldiği medeni dünyayı tarif ederek, bir şeyler öğretmeye çalışır cumaya.
Bir gün atletizmle ilgili bir şeyler anlatırken, konuşma tartışmaya döner ve cuma ile robinson aralarında yarışmaya karar verirler.

Yerlerini alırlar ve başlarlar koşmaya.
Cuma aslında istese robinson’u geçebilecek fiziki yapıya ve koşma yeteneğine sahiptir ama robinson bu yarışta öndedir.
Robinson bütün gücüyle kendi sınırlarını zorlayarak, çıplak ayakla sahilin yarı ıslak kumları üzerinde koşarken, ara sıra da göz ucuyla kendini havaya atıp kumda seke seke koşan cuma’ya bakmaktadır.
Gücü tükenip kendini yere attığında nefes nefese cuma’ya “ben kazandım” der.
Bütün yarış boyunca robinson’un sınırları zorlayan koşusunun aksine ayaklarının ucunda ceylan gibi hoplaya zıplaya, kendini hiç yormadan koşan cuma’nın cevabı şöyle olur; “ama ben senin, benimle değil de kendi hırsınla yarıştığını sanıyorum. Çünkü ben sadece koşmak için, koşmaktan zevk almak için, içimden geldiği gibi koşarken sen hırsınla mücadele ediyordun. Ve sonuç olarak hırsın seni tüketip bitirdi, yere düştün. oysa ben ayaktayım ve aslında koşmaya karşı hem daha dayanıklı olduğum için, hem de koşunun eğlencesini yaşadığım için ben birinci olmalıydım.”
Evet işte günlüğüme yazı yazarken ben de böyle, yazmayı hırsla bir şeyler becermek için değil, cuma’nın koşması gibi zevk aldığım şekliyle devam ettirmek istiyorum.

Hayatım boyunca (çocukken veya gençken bazı dönemler hariç) hemen hemen hiç hırslı olmadım.
Sorumluluk duymuşumdur, zorlanıp ben bunu mutlaka yapacağım dediğim de inatlaştığım da olmuştur ama “amaca ulaşmak” hiç bir zaman ana hedefim olmamıştır.
Hiç en önemli şeyleri yazacağım diye bir hırsım yok, hiç birinci olacağım diye hırsım yok. (Zengin olmakta ayne böyle. Haaa diyeceksiniz ki kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş yok valla ben zenginlik nedir onu da biliyorum ama istemem, önce huzur...)
Ben, oyunun içindeyken hırstan gözü dönenler gibi oyunu kaçırmak istemiyorum. Hayatta hırslı olup başaracağım, herkes bana bakacak, herkes beni konuşacak, ben, ben, ben, en birinci ben diyenlerden hep uzak durmuşumdur.
Hayat en sonunda başarılı ya da başarısız oldum diye ayrım yapmak için feda edilecek bir şey değil ki. hayat şimdi ki “an”dır. gelecek için şimdiyi feda etmek bana her anlamda ters geliyor zaten... (punkseverlik de buradan mı miras kaldı acaba)
İngilizlerin yaptığı gibi; futbolun gereği olan “güzel bir oyun” yerine, maçın sonunda kazanmış olmak için, sadece dan dun şut çekip, gol atıp, galip gelmektense; sonucu ne olursa olsun, oyununa eğlenceyi, zekâyı, beceriyi ve estetiği katarak güzel bir futbol sergileyen Brezilya ekolünü tercih ederim.
Hayır, amaç futbol oynamaksa, futbol diğer insanlarla ortaklaşa yapılan bir spordur ve o anda hiç kimsenin aklına gelmeyeni yaparak zekânla karşındakini geçmelisin, becerini topla buluşturup oyuna estetik katmalısın. Yok beni ilgilendirmez ben sonuca bakarım dersen oynadığın futbol değil “en çok golü kim attı”dır.
Madem öyle biz çekilelim, sen devamlı kaleye vur hep gol olsun. Doksan dakikada ne kadar atabilirsen at, hatta bizim bir fonksiyonumuz olmayacağına göre biz gidelim, sen de bir adam bırak, golleri o atsın.
E ne oldu şimdi, bu güzel bir oyun oldu mu, olduysa güzelliği nerede? Anglosakson kültürün bir uzantısı ingiliz fuboluna yansıyor ve ne yazık ki bence dünyaya bakışları da böyle. Ben kazanayım gidip atayım bombayı adamın başına sonra da elinden alayım petrolünü, madenini... ne hararet yapıyorsun kardeşim, baştan söylesene ben mal mülk para pul manyağıyım diye. Çıkarlardı sahadan atardın golünü. Her halde ırakta, “al ulan sana petrol, al ulan sana stratejik toprak parçası, yeter ki benle oynama, git ne halin varsa gör” diyecek bir sürü ıraklı vardı ama onlara da başkaları sayesinde dünya kulaklarını kapadı.

Benim yaşımda olup da küçükken Hulisi Kentmen, Sadri Alışık, Hülya Koçyiğit filmleriyle büyüyen herkeste olduğu gibi hırsa, güce ve o hırsla, gücü elde etmek için yapılan kötülüklerle hayatta zaten sayısı az olan güzel şeyleri bozanlara karşı “böyle yapılmaması gerekir” gibilerinden bir şeyler anlatmaya çalışıyorum... (anlatabilmiş miyim bilmiyorum?)
Biz istediğimizi anlatalım dünya bambaşka bir yere gidiyor. Adamlar hayatlarını yanlışlar üzerine kurdukları için yaptıkları şeylerin çoğu da yanlış oluyor.
Bir, hiç kimsenin beğenmediği bizim eski türk filmlerine bakalım, bir de amerikalıların eski kovboy filmlerine.
Birinde; hayatın çetrefilli oyunları, aşk tuzakları, karşılıksız sevmek, arkadaşlık vs. vardır ve iyi niyetli saf insanlara kötü insanların hırs, güç, para için akla gelmeyecek kötülükler yapabileceği anlatılır.
Diğerinde ise; her şey yolunda giderken, durduk yerde saldırıp, insanları katleden, evleri yakıp yıkan, çirkin, kaba, kötü kızılderililer vardır.
Bu öyle bir taraflı anlatılır öyle bir süslenir, püslenir ki kim seyrederse seyretsin amerikalıların tarafını tutup kızılderililere karşı nefretle dolar.
Burada, eski türk filmleriyle, amerikan kovboy filmleri arasındaki en büyük fark, kovboy filmlerinde anlatılan “kötü”lerin çoğul olmasıdır ve hiç birini birey olarak ayırmadan genel bir ırkı komple kapsar.
Bizim filmlerde zengin, güzel kızın parasına göz diken ve aşk numaralarıyla tuzaklar kurmak için birden ortaya çıkan kötü adam herkes olabilir.
Amerikan kültürünü tüm dünyaya “adaletli mazlumların intikamı” olarak lanse eden kovboy filmleri ise bireyle ilgilenmez ve sadece propaganda amaçlı sahte kurgular yapar.
Kendisini koskoca kıtayı katletmemiş, kızılderilileri yarı hayvan yarı insan sınıfına sokmamış, dünyadan bi-haber zavallı ve masum kızılderililerin köylerini yakıp yıkmamış ve tek bir canlıya zarar vermemiş gibi gösterir.
Sonra durduk yerde saldırıya uğramış zavallıyı oynayarak bütün dünyayı yalanlarla ördükleri, duygu sömürüsü bu filmlerle yanlarına almaya çalışarak, tam anlamıyla “yavuz hırsız, ev sahibini bastırır” atasözünü binlerce kez dünya kamuoyu önünde canlandırır.
Ondan sonra da efendim neymiş, amerika karşıtlığı gittikçe yükseliyormuş...
Kardeşim benim amerikadaki sıradan insana bir şey dediğim yok. Ben senin yaptığın zulümlere, adaletsizliğe, yalancılığa karşıyım. Amerikalı sıradan vatandaşla işim olmaz olması da saçma olurdu zaten.
Kötülük, hırs, sonuçta “kazanmak için her yol mübahtır” düsturunu felsefe edinen kim olursa olsun ben ona karşıyım. Bilemiyorum bu adalet ve hak kavramı biz doğulu toplumların ruhunda nasıl böyle yer ederek karakterimizin ayrılmaz parçası olmuş...
Yüzlerce yıl öncesindeki binbir gece masallarından tutun da batıya olan tutkusu hayranlık seviyesine gelmiş bilinçsiz diyebileceğimiz cahil bir gencin yüreğine kadar nasıl girmiş bu yüce duygular anlayamıyorum.
Batılı yaşam tarzı maddiyatçı ve bencildir. bütün kültürleri bunun üzerine kuruludur. Bu toprakların yoksul insanları ise öleceğini de bilse son kalan bir dilim ekmeğini, bir yudum suyunu “onun da hakkı var” diye karşısındakiyle bölüşmeden edemez.
İş yerinde bir abimiz psikologla yaptığı görüşmelerinde, psikoloğun kendisine “hiç bir şeye aldırma, seni kızdıran ve üzen bu hak ve adalet kavramıdır, yeryüzünde böyle bir şey yok. buna inanıp, ona göre yaşayıp niye haksızlık yapılıyor diye kendini üzüp sinirlendirme” demiş. Ruh hastası bir ruh doktoruyla karşı karşıyayız. Batı temelli eğitimin ayrılmaz parçası olan psikolojinin batı toplumlarını biçimlendirmek için yaptığı akla eza akıl oyunlarına bakar mısınız? Sen, şundan şundan sinir stres oluyorsun, üzülüyorsun çaresi kolay öyle bir şey yok üzülme. Vay bee. Osuruktan bir strese insanlığı silip attı koçum psikolog. Bunların bilimi de yalan dolan ve direkt kendi çıkarına çalışıyor, birey için toplumu yok ediyor.
Zaten batının bilimsel zihniyetinde kendileri dışındaki dünyada kimseyi insan yerine koymazlar ki vicdanımızı ruhumuzu araştırıp derinliklerindeki insanca duyguları anlasınlar...
Onlarda insan dendiğinde ilk akla gelen sarışın, mavi gözlü, uzun boylu, ingilizce konuşan, eğitimli beyaz ırktır. Biz de ise yanımızdan geçerken şöyle bir başıyla selam veren herkes insandır. Nereli olursa olsun, kim olursa, ne olursa olsun hemen dünyamızda ona bir yer açarız.
(bu arada geçenlerde okuduğum bir yazıdan öğrendim, dünyanın en ünlü sarışını marilyn monroe sahte sarışınmış, yani adamlar cilalı imaj devrini çok erken başlatmışlar.)
konu konuyu açıyor sahte sarışın, cilalı imaj falan dedim de aklıma yine bir sürü şey geldi.
Avrupanın çok lüks ambalâjla teneke kutularda satışa sunduğu, tereyağı (esansı) kokulu, pahalı büsküvi ve kurabiyeleri vardır.
Adamlar öyle bir ambalâj yapıp öyle bir pazarlamaya gitmişler ki “bu güne kadar hiç yemediğim kadar güzel bir şey olsa gerek” diye düşünmenizi sağlıyorlar ve ürünü kaliteli sanıp alıyorsunuz.
Dışıyla da iş bitmiyor, kutuyu açıyorsunuz içinden bir sürü kağıt, naylon ayraç katlar çıkıyor, tek tek kağıtlara sarılmış kurabiyelere ancak ondan sonra ulaşıyorsunuz ama kurabiyelerde iş yok.
Bizimkilerin artık bunları değerlendirip, dünyaya bu şekilde açılmayı öğrenmeleri lâzım. İç piyasada fiyatlar yükselmesin diye ucuz ambalâja yönelmelerini anlıyorum ama kalitesi tartışılamayacak kadar iyi olan Ülker ve eti yaptığı ürünleri bu tür ambalâjlarla ihraç ederse ne almanya’da, ne fransa’da millet başka bir şey yemez derim.
Bunlar işi öğrenmişler: “her şey görünüşte güzel olsun, gerisi hiç önemli değil. Dışarıya karşı böyle bir cilalı imaj yaratalım, milleti kazıklayalım” bir yaşam tarzı olmuş.
Yani yine kazanmak için her şey mübah mantığı.
Aynen afrikalı, amerikalı yerlilere incik boncuk dağıtıp ellerinden elmasları, altınları aldıkları gibi (ver elindekini, seni ağırlıktan kurtarayım hesabı) diğer durumlarda da (özellikle özelleştirmede) bu alışveriş mantığını uygulamaya devam ediyorlar.
Filmleriyle, edebiyatıyla, demokrasisiyle her şey yolundaymış gibi durumu güllük gülistanlık gösterip, acı gerçekleri saklayabilmek için göz boyamaktan başka bir şey değil yaptıkları.
Bizler, artık bunları görelim. kendimizi küçümsemeyelim.
Binbir gece masallarında zalim kral ve askerlerine karşı sadece kendine güvenerek doğrudan, güzelden şaşmayan o tek, o yalnız ve hiç ümidi kalmadığı anda inandığı hak ve adalet için savaşıp masalın kahramanı olan aşık genci gerçek hayata taşımak bizim elimizde.
Yarışmak için değil, koşmanın zevkini çıkarmak için Hoplaya zıplaya koşanlara, birilerine yaranmak için değil gerçek yüzüyle kendini anlatmak için yazanlara selam olsun...


ONALTIKIRKALTI

16 Haziran 2005 Perşembe

en iyi 10 kitap mı? o ne o öyle?

anahtar sözcükler: boris vian, ferhan şensoy, Yaşar kemal

Mrb. yalnız dünyamın seyir defteri.

Küçüklüğümden beri dikkat ederim, yazan çizen hemen herkesin bir günlüğü olur. Bazen de başkaları, yazarın söyledikleriyle ilgili bir şeyler açıklarken; “yazar zaten günlüğünde de şöyle şöyle demiş.” diye günlükten alıntı yapar. Sanırım senin pek böyle bir şansın olmayacak, çünkü benim yazdıklarımın pek bir fikri ya da edebi değeri yok. Öylesine takılıyorum.

Sen, yalnız kalmak istediğim zamanlarda herkesten kaçıp saklandığım boş bir oda gibisin. Evet boş, gizli bir oda ve ben kendimi buraya kapatıp deliler gibi kendi kendime konuşuyorum.

Saul Bellow, ’76 da nobel edebiyat ödülünü kazandığı günlüğü “Boşlukta sallanan adam”ın girişinde şöyle demiş: Kişinin kendi kendisiyle sık sık konuşma alışkanlığına sahip olduğu bir dönem vardı ve iç dünyasıyla ilgili olayları belgelemek utanç verici değildi. Oysa bugün, günlük tutmak kişinin kendine yenilgisi olarak nitelenecek bir zayıflık ve küçümsenerek değerlendirilen bir zevk sayılıyor.” Evet bazı insanlar günlük yazmayı böyle görecek, bazıları da buna rağmen Saul Bellow gibi yazmaya devam edecek. Ben de onlardan, yani yazanlardanım. Günlük hayatta konuşabilecek kimse kalmayınca böyle oluyor demek ki.

Eh bize de nobel verecekler diye bir şey yok zaten (ödül istiyorsam iki gözüm önüme aksın ama el insaf bari bakkala olan borcumu ödesinler, alooo nobel ödül komitesiii... kime diyorum... :) Tabii ne yahudiyiz ne anglosakson, bize gelince peynir tenekesinin kapağını bile çok görürler. Olsun ödül mödül vermesinler, ben yine de yazarım.

Bir de ben yazıp çizmeye devam edip bir sürü kitap yayınlarmışım, bir de ölünce adıma vakıf kurarlarmış. O vakıf da edebiyata yaptığı katkılardan dolayı “nobel ödülleri düzenleyicileri”ne bir ödül verirmiş :) eee etme bulma dünyası kardeş, böyle verirler işte ödülü adamın eline...) biraz fazla attık galiba... olsun atmak da iyidir ne varsa aklımda yazıyorum işte. Alla alla sen yap dinamiti, bombayı uçur köprüleri, yolları ondan sonra al sana ödül... hadee, hadeee patron yok, patron... (dilenmek için dükkânlara girenleri, sadaka vermeden başlarından savmak için böyle derler ya:) )
Neyse ben işime bakayım (işsizlikten iş yaratıyorum ben de, ama yok, çok işim var aslında. Biraz dinleneyim diye yazıyorum. Hani nasıl; koşan, top oynayan sporcuların en fazla yorulan yerine, koluna bacağına masaj yapılırsa ben de bütün gün yazıp, çizince (gerekli, gereksiz herşey için düşündüğümden) en fazla yorulan yerim beynim olduğundan beynime masaj gibi geliyor.)

Yazmanın çizmenin dışında başka işlerim de var tabii... Mesela buluşlar yaparım kendi kendime. Ama öyle hemen aklınıza gelen türde, dünyayı değiştirecek şeyler değil, koftiden de olsa, sıradan ve basit de olsa yararlı güzel şeyler ya da eğlenceli numaralar (ilerde bunları da yazarım). (bu arada teknolojisini tam çözemediğim için gerçekleştiremediğim üç boyutlu halogram tv gibi buluşlarım da yok değil ama :) neyse işte elimizdeki imkânlarla bu kadar oluyor)

Geçenlerde yine böyle düşünerek otobüste gidiyorum. Geçtiğimiz yerlerde bir evin camındaki kiralık ilanı dikkatimi çekti. “ .......... emlak’tan kiralık” yazısı ve bir de telefon var. Kardeşim ben kiralık ev arasaydım, sana telefon etseydim, nasıl anlatacaktım derdimi? Yok orası, yok burası, yok, yok ikinci kat değil... bir saat telefonda konuşacaktık, adresi tam olarak bilmem zaten mümkün değil. hadi bu biri, ya diğerleri? Hepsi öyle... Yaz şunun altına bir numara 145 gibi örneğin, ben de sana söyleyeyim yazdığın numarayı, bak sen de kayıtlarından, şıp diye söyle neyin ne olduğunu. Eminim kiralık ev arayanlar anladı benim ne demek istediğimi. Oh be, şöyle yaaaa...

Kanada da kardeşim gibi sevdiğim bir arkadaşım var (uğur). zamanında birlikte çalışıyorduk o gitti okudu kurtardı kendini. şimdi ara sıra mail atıyoruz birbirimize, yine sormuş bu bana; abi kitap alacağım, ne alayım, ne okuyayım? eh tabii ki bu soruya herkes kendince bir cevap verebilir ama iş bu kadarla bitmiyor ki bir de eklemiş “en iyi ilk on kitap listesi yapsan neleri koyardın?”...

Haydaaa şimdi laf mı bu, herkesi dönem dönem etkilemiş bir yazar vardır. Beğense de beğenmese de arkadaş gibi sarılır ona, ne yazdıysa ya da yazmışsa alır okur. e şimdi ben beğendim diye bakalım sen beğenecek misin?

Ben de bir aralar böyle ferhan şensoy abimin gazına gelip boris vian’ın tuvalet duvarına yazdığına varıncaya kadar, ne yazmışsa bütün (türkçeye çevrilmiş) kitaplarını bulup okudum. Eh ne yalan söyleyeyim kimini beğendim, kimini beğenmedim ve hatta yalan söylemeyeyim bazısını da tam olarak (o zaman ki yaşım gereği olsa gerek) anlayamadım. Ama mecburmuşum gibi boris vian’ı hep sevdim (niyeyse?).

Adam sürrealist yani gerçeküstücü, o dönemde öyle bir dadaist fırtına esmiş, (hani dünya savaşlarla çalkalanıyor, insanlıktan eser yok. Bunlar da; madem insan bilinciyle, aklıyla böyle kötü şeyler oluyor, biz de protesto etmek için, bilinçsizce; aklımızdan ne geçerse, içimizden nasıl gelirse öyle yazalım, aman bilinç bizden uzak dursun, insanlığın halini görüyoruz, işte bilinçle ne hallere geldi” demişler. ve sürreal yazını o dönem moda yapmışlar.) ferhan abim de adamı, fransa’nın içinde bulunduğu kültürel havayla birlikte kabullenip bağrına basmış.

Basmış ama ferhan abimizin bütün kitaplarını okudum ve fikrim şu ferhan abim boris vian’a on basmış valla... bana göre öyle, başkası ne der beni ilgilendirmez. Ben kendi fikrimi söylüyorum. Ortada İki kitap olsa; biri ferhan şensoy’un, biri boris vian’ın ben ferhan abimizin, fışkıran zekâsından kapağı kapanmayan kitaplarını tercih ederim.

Tamam boris vian da bir yazar ve bir döneme imza atmış ama ben artık beğenmiyorum ve al bak çok beğendim bunu oku diye önermem. Haaa yine 18 /20 yaşlarında olsam yine o zamanlarda olduğu gibi yine adamı çok sevsem, o zaman sorsa, bak işte o zaman boris derdim. zaten demek istediğim de buydu zamana göre, yaşımıza göre, gittikçe artan bilgi ve tecrübelerimize göre beğenilerimiz de doğal olarak değişiyor.

Boris vian gerçeküstücü (yani dadaizmin edebi uzantısı) romanlarında, ya gökyüzünde iki güneş birden doğuyor (günlerin köpüğü) ya da çölde yaşanan bir aşk hikâyesinde, rakiplerden biri diğerini öldürünce anlıyorsun ki ölenle öldüren aynı kişi de, adam güya kendi kötü yanını temsil eden ikinci kişiliğini öldürmüş de (pekinde sonbahar) falan filan. diğer kitaplarında da üç aşağı beş yukarı konular farklı da olsa hayalgücünü zorlayan gariplikler birbirine benziyor (bkz. Bir karakedi için blues)

Her dönem beğendiğimiz bir yazar olmuyor mu? Oluyor... e onlar da zaten ferhan abi gibi kendini geliştirerek yazanlar. 1980’lerin ortasında “gündeste” çok güzeldi, kendimi aynen oradaki aşkın içindeymiş gibi hissedip hem okuyup, hem ağlıyordum (ki o zaman ben de, ulaşamayacağım bir aşkın pençesindeydim ve mektuplar, zarflar, postaneler arasında can çekişiyordum) 2005’e geldik şimdi de son olarak “hacı komünist” var. Bunu da ferhan abi karşımda anlatıyormuş gibi gülerek ve düşünerek iki gecede soluksuz bitirdim. Hah bakalım şimdi ben seviyorum diye sen sevecek misin?

Zaten bu ilk on nedir yaa... yüzlerce kitap okursun okumayı bir ihtiyaç olarak hissedersin. ne bulursan okursun ve belki de okumayı iş edinirsin hayatının bir parçası olur. O zaman okuya okuya kendin bulursun kendi ilk on’unu.

Bir sürü kitap bir sürü yazar var aklımda ama hangi birini söyleyeyim? Her birinin yeri ve önemi ayrı. Acaba listeye alamadığım yüzlerce yazardan hangisine haksızlık etmiş olurum. Belki daha en baştan, benim sevdiğim yazarların anlatımlarına yansıyan siyasi görüşlerine önyargıyla yaklaşacaksın sonra da yazdıklarını beğenmeyeceksin. Belki de hep yabancı yazarları okuyarak alıştığın çeviri türkçesinden kurtulunca, yazarın kendi diliyle kendi anlatımı sana fazla gerçekçi gelecek. (bu yüzden Türk yazarları bu işin dışında bırakıyorum)

Amaaaaan ne bileyim ben be, o kadar bilsem eleştirmen olurdum. Neyse işte onu mu yazayım, bunu mu yazayım derken aklıma gelenleri (ilk on sıralaması olmasa da en başta hatırladıklarımı) yazdım. ne yalan söyleyeyim gerçekten çok sevdiğim kitaplardı bunlar yani okumaya başlar başlamaz insanı saran ve hiç ara vermeden bir çırpıda okunup bitirilmek istenen kitaplar.

Bunların haricinde dil ve anlatım olarak Yaşar Kemal’in ince memed’ini önerecektim ama bana söylediler de, o kadar duydum da okudum mu sanki? Hep yerli yazar diye (salaklığıma doymayayım) gençken burun kıvırdık, hep bildiğimiz konular diye önemsemedik ama işimiz yazı olunca Yaşar Kemal’in ne yaptığını, nasıl yazdığını ve neden önemli bir yazar olduğunu, ancak 30 yaşımızda anladık.

İnce memed’i okumaya başladığımda adam beni mahvetti herhalde öyle bir türkçe ve öyle bir anlatım için on fırın ekmek yemem lâzım... Bitirdiğim de ya bir daha böyle bir kitap bulup da okuyamazsam diye korktum resmen.

Geçelim aklıma gelen en güzel kitaplar listesinde hangi kitapları yazdığıma. Fakat üzülerek görüyorum ki bazılarının ismini, bazılarının da yazarlarını hatırlamam mümkün değil kitapları hatırlarsam daha sonra internetten yazarlarını da bulabilirim ama 20 sene önce okuyup şimdi hiç hatırlamadıklarım ne olacak? Artık onları da zamanla karşıma geldikçe hatırlarım.
Bir de Türk yazarları özellikle yazmadım bence hepsi okunmalı ve beğenilen yazarların diğer kitaplarına devam edilmeli sonuçta bizim kültürümüzü, bizim hayatımızı yazıyorlar ama hepsi öylesine farklı anlatıyor ki kendimizi anlamamız için mutlaka bunları da sağcı-solcu, eski-yeni demeden okumalıyız.

Okumalıyız ki şu anda bulunduğumuz yere nerelerden, neler atlatarak gelmişiz, nerede nasıl yaşanıyor ve her gün yanyana olduğumuz diğer insanlar neler düşünüyor anlayalım. Tabii bir de medya desteği ile isim yapanlara karşı dikkatli olalım ve biraz seçici davranalım derim. (son olarak şunu da unutmayalım ki kitabın güzeli çirkini olmaz ve her insanın yaşadığı döneme göre etkilendiği bir kitap vardır benimkiler de işte böyle ama her okuduğun kitapda bir sonrakini merak ettirecek kadar güzel onuda söyleyeyim...) evet gelelim listeye.

En güzel kitaplar listesi
1- koku - patrick süskind
2- Gözlemevi Hikayeleri - Edward Carey
3- Akşam yemeği - Michael tournier
4- Simyacı - Paulo Coelho
5- Pancarın Dansı - Tom Robbins
(parfümün dansı diye sonradan ismini değiştirdiler)
6- Boyalı Kuş - Jerzy Kosinski
7- Pokerde Kazandığım Adayı Yeğenime Bırakıyorum - David Forrest
8- Küçük prens - Antoine de Saint Exupéry
(çocuklar için olan eksik ya da özet basımları değil)
9- Böyle Buyurdu Zerdüşt – Nietzche
10- Çıplak Maymun ve İnsanat Bahçesi - Desmond Morris
(birbirine bağlı iki kitap diye ikisini birden yazdım)

iki tane de yedek yazdım
A- Sofinin Dünyası - Jostein Gaarder
B- William Golding - Sineklerin Tanrisi

ONALTIKIRKALTI

10 Haziran 2005 Cuma

Şikâyet mi? Asla...

anahtar sözcükler: bilimadamı, günlük, Türkçe

Valla bilemiyorum, buraya bir ısındım, pir ısındım. Artık adı günlük mü olur, blog mu denir (yoksa benim not defterim mi oldu burası) adını bir türlü koyamadığım bu yer bana ayrıldı diye her şeyi yazabileceğim bir yer mi bakalım? Günlükleri çekici kılan (eline geçirdin mi sahibini tanıman için) binbir ipucuyla gizli dünyaları ortaya sermesidir. E peki buradaki günlüklerde kim kimdir bilmediğimize (bilsek de tanımadığımıza) göre günlükleri karıştırıp, kontrol ederek, acaba neler yazmışlar diye merak etmek niye? (kendi kendimi fitil ettim, kendimi “kendi üzerime” sürmek üzereyim, hadi hayırlısı...)

Yoksa genelde inanılan bir düşünce vardır o yüzden mi günlüklerin içi kurcalanıp duruluyor yoksa? (Hani şu kendi kendine yazarken nasıl olsa kimse okumayacak diye düşünerek) Günlüklerde insanın kendine bile itiraf edemediklerinin yazıldığı düşüncesi, acaba kendinden sakladığını bile yazarsa biz de okur öğreniriz bakalım neler yumurtlamış diye mi merak eder insan bu tür yazıları?

Yazmışsa kendine yazmış allaalla (-2h) bana mı yazmış sanki, niye merak edeyim diyen de vardır elbette... ama ben kendi yazdıklarıma şöyle bir bakıyorum da sanki başkaları da okuyacak diye özellikle yazmışım gibi; bir anlatmışım, bir anlatmışım... peh, peh, peh... her okuyan “madem bu kadar meraklıydın da, ne diye dergiye, gazeteye yazmadın?” kardeşim demez mi? Der. Valla ben oralara da yazıyorum ve göya (-ü +ö) oralarda yazdıklarımdan daha değişik daha serbest olsun kafama göre takılayım ve hatta saçmalayıp deli gibi bir bilinç akışı (deli gibi aklına geleni yazma anlamında-dadaist hesaabı(+a)-) gerçekleştireyim diye yazacaktım. Ama bir türlü düşündüklerimin dışına çıkarak serbest çağrışımla bir şeyler oluşturamadım. Ya memleket meselelerine takılıyorum ya gazete de okuduğum bir haber beynimi dürtüklüyor, sonuçta oturup izah etmek zorunda kalıyormuş gibi yazılar çıkıyor ortaya.

İşin kötüsü burada yazdıklarımla, yazdığım türe yakın bir edebi yaklaşımım da yok ki normalde yazdıklarıma bir ön çalışma olsun ve bana da bir faydası dokunsun. Hah! al işte bir de insanoğlunun böyle bir şeyi var (bari bana bir faydası olsun). Geçen gün yine gazetede bir haber “israilli bilim adamı su altında tüpsüz nefes almamızı sağlayacak bir cihaz yaptı.” Suyu oksijene çeviren bu buluşla insanoğlunun denizlerdeki kaderi değişecekmiş. Hay allahım ya. Hemen insanın aklına “Ya kardeşim zaten onun için oksijen tüpü yok mu?” sorusu geliyor.

“Bu başka.”
Niye?
“Tüpe gerek yok.”
E olsun bu da pilli, şarjlı falan bir şey işte (sonuçta yine bir donanım sayılır) ve yanına almak zorundasın.

Geldik mi en başa “bana bir faydası olsa bari”. (İsrailli kardeşim sen çölün ortasındasın denizde hava almayı niye düşünüyorsun? Hayal gücün bu kadar genişse ya şair / yazar ol ya da bildirgeç’te yaz.
Yok ille de ben bilim adamıyım diyorsan o zaman yiyorsa bulduğun cihazın tam tersini yani havayı suya dönüştürenini yap :)
Ne oldu?
Yaaa bak allah adamı çarpar böyle cevap bile veremezsin.—adam bunu okusa “ne hastalar var kardeşim ya.” derdi:) herhalde-- )

Bak yine oldu. Kafama göre takılayım ööyle (+ö) aklıma geleni yazayım diyorum gözüme bir şey takılıyor, hemen aklım ciddi konulara kayıyor. Bu bilimadamı lafı (sanki bana dertmiş gibi) benim için önemli bir kelime. Şimdi bu da nereden çıktı dememek lâzım bazı elemanlar bunu ısrarla biliminsanı olarak yazıyor. 40 yıllık kelime kardeşim niye ayarınla oynuyorsun diye itiraz edince de cevap hazır “bilimkadını da var, biliminsanı hem erkeği, hem kadını kapsıyor yoksa sen cins ayrımcısı mısın?” hadi (-y) buyur burdan yak.

Kardeşim sen nereden geldin allahaşkına, bu ne demek şimdi? (yetişmiş adamlar pahalı diye yeni yetme iki stajyere çeviri yaptıran) Bir iki belgesel kanalı böyle bir kelimeyi üstüne basa basa iki de bir söylüyorsa bu saçmalığı niye kabul edeyim. Bu diretmedir, “ben yaptım oldu”culuktur, bilgisizlik ve cahilliktir. Peki o zaman, sen bir kelimeyi, deyim gibi genel anlamıyla algılayamıyorsan, birleşik bir kelimeyi yanlış anlayarak parçalara bölüp ayrı ayrı değerlendiriyorsan benim suçum ne?
O zaman yine deyim gibi yerleşmiş bir tanım var “insanoğlu” onu ne yapacaksın? (kapak olanı en son söyleyeceğim) e şimdi oldu mu bu? bak bunu da yine cins ayrımcıları, kadın düşmanları yapmış gördün mü? Ne yapacaksın şimdi “insaninsanı”mı diyeceksin? Ne oldu?

Uymadı mı? Pekiii (+2i) ya “balıkadam”a ne diyeceksin? “balıkinsanı”mı a şaşkın... Bu da sana kapak olsun:) ----
----hadi bakiim dolaşma buralarda “avro, avro” görmiim bi daa.----
Ya sanki beni delirtmek için böyle acayip şeyler gözüme batıyor, biliyorum gözüme batıran da yine benim ama ne yapayım kardeşim tutamıyorum kendimi:) şimdi ne alâka, niye güldün diye merak eden de olur “tutamıyorum kendimi” diyince aklıma bir şey geldi; bilen bilir bu sirkeci-halkalı arasında tren seferleri vardır, fakat trenler ve raylar sistem, bakım olarak biraz eski olduğu için de bindiğinizde sesten duramazsınız (ki ben bu sesi severim) ama bu sesler öyle torna atölyesi gibi kuru gürültü değildir. sanki kumkapıdan çingene tayfasını toplamışsınız da onlar çalıyormuş gibi bir cümbüş ki sormayın. Ças taka ças tak çıs tıka çıs tak.... Ben küçükken (menekşe plajına gittiğimiz zamanlar) trene bindiğimizde, zaten kırk yılda bir, bir yere giden kadınların az sonra sahip olacakları deniz neşesi trende patlak verirdi. Kendini “çıs tıka, çıs tak” sesleriyle dolu bu cümbüşe kaptırarak, vagondakilere aldırmadan ortaya atıp göbek atanlar, tren bir istasyona yaklaşıp da sesleri azalttığında yerine otururken çevreden bakanlardan biraz olsun utanıp, kendini savunurdu “ne yapayım kardeşim tutamıyorum kendimi.”

İşte ben de böyle tutamıyorum kendimi. Kendimce bir haksızlık, bir yanlış görmeyeyim kafamda çalmaya başlıyor benim çıs tıka çıs tak’lar... yazı yazıp para kazandığımdan mı bu kadar türkçeye sahip çıkıyorum? (daha elli kuruş aldımsa ekmek, musaf çarpsın) Yok valla ama belki de şunu farkettim; kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen avrupa felsefesinin zihniyetiyle (medya pompalamalarıyla) bize öğretilmeye çalışılan “kendimize ait ne varsa hepsi kötüdür, bizim milletten bir şey olmaz” düşüncesi, yerleşmesini derinleştirip, beyinlere kazındıkça durumumuz daha da kötüye gidiyor.

Kardeşim sen burdan yetişmedin mi? Ben buradan yetişmedim mi? İyi kötü bir öğretmen, bir “sokak” yok muydu? Bu gün buradaysak bunu neye borçluyuz? Evet yüzbin kere allah kahretsinki, evet, binlerce eksiğimiz var. Ama bunları biz düzelteceğiz, sen ve ben. Kendimizi kötüleye, kötüleye bir şey olduğu yok, hep aynı hatta daha da kötü oluyor. E bizi toptan kurtaracak dışarıdan birileri de gelmeyeceğine göre ayılıp kendimize gelelim. Bunu yaparsak biz yapacağız.
Ben de aynı şeyleri yaşıyorum, aynı ülkenin aynı sokaklarında dolaşıyorum ve bana da çok haksızlıklar yapıldı ama bunlarla mücadele edeceğimize sadece söylenip durmak, kötülemek, küçümsemek bize hiç bir şey kazandırmaz. Artık şikâyeti bırakalım, şikâyet ettiğimiz şeyleri düzeltelim... Trafiği kötü, beğenmeyebilirsin, iş ortamı, çalışma koşulları, para durumu kötü beğenmeyebilirsin ama hiç bir suçu olmayan dil, türkçe onu niye beğenmiyorsun kardeşim onu da toplum olarak sen bu hale getirmedin mi?

Neden insanlar konuştuğu dili küçümseyen fikirleri destekler bilemiyorum. Söylenenlere cevap vermeye çalıştıkça, kendi kendime de kızmıyor değilim ama ne yapayım ki söylediklerimin arkasında durarak bir şekilde yapılan yanlışı da göstermem gerekiyormuş gibime geliyor. Bugüne kadar tartışılan konulara şöyle bir üstten değinecek olursak: Kimi sözcük sayısının yetersizliğinden bahsediyor (bunun sayıyla değil de kullanım şekliyle ilgili olduğunu bir sürü örnek verip anlatmaya çalışmıştım), kimi dil içinde zamanla artan yabancı kelimelerden dem vuruyor. “Yabancı kelimeleri çıkartın bakalım nasıl konuşacaksınız elinizde kalanlarla” diyen bile var.

Ah be güzel kardeşim bu kadar tartışmayı, bu kadar konuşmayı ve hatta hatta “bu dilin yetersizliğini” savunurken bile yine “yetersiz bulduğun bu dil”i kullanarak fikirlerini bize aktardığını farketmiyor musun? Hani bu dil yetersizdi, fakirdi. Nasıl bütün bunları aktarabildin? (Hem de tek kelime bile yanlış anlaşılmaya neden olmadan.)
Her şeyden önce bilelim ki bizim dilimiz geri kalmış (100 kelimeyle idare eden) kabile dili değil. Bunu, sıradan bir edebiyat ansiklopedisindeki yüzlerce isme ve yarattığı binlerce esere bakarak kolaylıkla anlayabiliriz. Yeni kurulmuş bir sömürgenin, zorla dayatılan kopya dilini de kullanmıyoruz. (ingiliz sömürgelerinde ya da fransız sömürgelerinde konuşulan yapay diller gibi 50 yıllık çok kısa bir geçmişimiz yok.) Neredeyse 500 / 750 yıldır (hatta daha da eskiye dayanan) kullandığımız kelimeler var. Yabancı kelimeler günümüze özgü bir sorun değil arap yarımadasındakilere yaklaşmışız onlardan birşeyler almışız, akdeniz’de ticaret sayesinde bir kültür alışverişi olmuş onlardan da bir şeyler almışız. Osmanlı kendi bünyesindeki azınlıkların kullandığı dilleri küçümsememiş, yasaklamamış onlardan da birşeyler almışız.
Bu yetersizliğe değil gelişmeye açık olmaya, diline, kültürüne güvenmeyle ilgili bir şey. (Adam karşısındakine saygı duyuyor ve pilaki’ye pilaki diyor. Madem onların kültürüne ait, madem onlar yapmış ve bu şekilde isimlendiriyor çalıp da “zeytinyağlı fasulye” demeye gerek yok diye düşünüyor.) Bu şekilde birbiriyle kaynaşmış kültürler arasında olabilecek en doğal şey, diller arası etkileşimdir. Yüzlerce yıl araplarla bir arada yaşayıp da tek kelime almasaydık esas bu garip olurdu. Böyle olmasını beklemek ırkların ve toplumların kültürünü bilinçsizce küçümsemekten başka bir şey çağrıştırmadığı için bu tür görüşlere olumlu yaklaşamıyorum.
İngilizcenin alt yapısını ve etkilendiği dilleri eleştirmek ne kadar anlamsızsa türkçeyi beğenmeyip fakir bir dil tanımlaması yapmak da o kadar anlamsız. Millet olmayı, devlet kurarak resmileştirebilen tüm uluslar, yaşadıkları çağa göre sahip oldukları kültürel birikimlerini hem edebi, hem bilimsel eserler vererek göstermişlerdir. Herhangi bir ulusu, devleti ya da milleti sahip olduğu kültür, ekonomi, eğitim, toplam gelişmişlik düzeyi gibi sahip olduğu özelliklere göre derecelendirmek mümkün olsa da bu en üst sıralarda olmayanları küçümsemeyi haklı kılmaz.
Evet bir ülkedeki tiyatroların sayısı, okuma yazma bilenlerin oranı, uluslararası camiada yayınlanmış bilimsel makalelerinin sayısı, gazete ve kitap satışları düzeyi bir ülkenin eğitime,bilgiye olan tutkusunu az çok göstermeye yarar ama bunlar tek başına bir gösterge olarak ele alınabilir mi? Karşımızdaki bir insana: boyuna, kilosuna, mesleğine ve giydiklerine göre önyargıyla yaklaşmamız nasıl ki yanlış olursa bir ülkeyi de verdiği eğitime, eğitimle ürettiği bilime, bilimle oluşturduğu teknolojiye, teknolojiyle buluşturduğu pazarlamaya ve tüm bunların düzenlemesini yaparak dünyada sayılı ekonomiler arasına girmesine bakarak onların haklı (ya da haksız) bu başarılarını ölçüt alıp kendi durumumuzu değerlendirerek dilimizi küçümsemek de yanlış olur inancındayım.
Dil bir araçtır iletişimimizi sağlar, ister afrika’da “dikkat arkanda fil var” dememize, ister amerika’da “borsada endeks tavan yaptı” dememize yarasın, işlevi değişmez. Kullandığımız dil, aklımıza gelebilen her şeyi bir başkasına aktarmamızı sağlayabiliyorsa işlevini yerine getirebiliyordur ve yeterlidir.
Yabancı kelimeler konusuna gelince; Afrika’daki adamın eline bir “gps” (global position system – küresel konum sistemi) aleti verdiğimizde (o aleti oluşturan temel sistemi geliştiren bilim adamları kendi dillerini konuştukları için bu aleti de doğal olarak kendi kullandıkları kelimelerle isimlendireceklerdir) önemli olan evrensel kullanıma açılıp pazarlanmış olan bir teknolojiye, aldığı eğetimle yabancı kalmayarak bu aleti doğru şekilde kullanmasıdır. Yok eğer ille de kullandığı alete (ya da aletlere) verilen ismi yabancı kelime diye içine sindiremiyorsa önce avrupalıların afrikadaki madenleri ele geçirmek için bilerek yarattığı kabile savaşlarına son verir ve oturur kendisi bilim geliştirecek seviyeye ulaşır yapar aletin en güzelini “dikkat arkanda fil var” demeye gerek kalmaz fil yaklaşınca alet sinyal verir aletin ismini de kendi koyar kimse karışamaz ( eeee, başkasının çocuğuna isim koyabilir misin? Çocuk senin olursa ismini de sen koyarsın tabii).
Tüketim toplumlarının bir ayrılmazı olan teknolojinin sahip olduğu pazarları koruyabilmesi için strateji olarak bütün dünyaya açılması kaçınılmazdır. Teknolojiyi yaratanlar sağlık ocağı ya da okul olmayan en ücra köye uydu anteni pazarlayabildiği sürece kullandığımız alet edevat ve teknik terimler de tabii ki onların verdiği isimleri taşıyacaktır. Walkman’i içicek suyu olmayan etopyalı da biliyor isveçli emekli memurda. İkisi de buna walkman diyor bu da doğal olanıdır. Zaten dili korumak dilde jandarmalık yapıp sadece her yabancı kelimeye karşılık kullanılması istenileni zorla kabul ettirmekle olacak bir şey değildir. Dili bir ülkenin tüm bileşenleri içinde (eğitim, kültür, teknoloji, ekonomi) onunla birlikte gelişen bir organ olarak görebilirsek yapılan zorlamaların ne kadar anlamsız olduğunu da anlarız.
Eşitlikçi bir yaşam politikası güden, eğitime önem veren, kültürel donanımı yayarak destekleyen, teknoloji üretebilen, ekonomisi güçlü bir ülke haline geldiğimizde dilimiz de bu gelişmelere bağlı olarak zenginleşecektir. Tarım kökenli üretimimizi yok sayıp teknolojide para var diye sanayiye yönelirken gerekli altyapıyı oluşturmadan herkesin peşinde koşarsak yapabileceğimiz de en fazla montaj sanayiinde ucuz eleman sağlayan ülke yaratmaktan öteye gidemez.
Demek ki dili sevmek sadece kelimeleri korumayla yabancı kelimelere karşı düşmanlık yapmayla olmuyormuş. Dile sahip çıkmak için onu bozan, yıpratan etkilerin nedenlerinin farkına varıp, gereken politikalar izlemek gerekiyor.
Zaten bunu sadece dil için değil bu ülkede yaşayan herkes için zorunlu olarak yapmamız gerekiyor. Dilimiz arı bir biçimde olduğu yerde dururken insanlarımız dünyadaki bütün gelişmelerin dışında kalırsa bunların da sonucunda ekonomik yaptırımlarla açlık sınırlarının altında, patlayan çöplükleriyle gecekondu mahalleleriyle dünyaya rezil olursak. Dilimizle mi övüneceğiz?
Dil toplumun parçasıdır, başarılı toplumun dili toplumla birlikte yücelir. Dilsiz toplumlar kendi başına bir şey ifade etmeyerek çöküşe doğru hızla ilerlerken, toplumu tarafından ilgisiz kalan diller de yok olmak zorunda kalırlar. Dil meselesine önem verenlerin, bu aşamada yapması gereken şeylerin başında, (toplum altyapısının özenle yeniden inşa edilmesine kadar geçecek sürede, şu anda olup bitenin farkına vararak) dilimizi küçük ve fakir bir dil olarak göstermeye çalışanların etkisinden kurtarmak gelir. Bizler kullandığımız kelimeleri, tanımları değiştirdik, yenilerini yarattık, sildik, düzelttik ve bu günlere kadar geldik... Kelimelerimiz değişti fakat gönüllerimiz hep aynı...
Bu yazıma her türlü yorumu yapabilirsiniz ama yazdıklarımın anlaşılmadığını düşünerek cevap vermeyeceğim ve burada bir daha “türkçe”yle ilgili yazı yazmak da istemiyorum. Kimse kusura bakmasın. Bundan sonra sanal günlüğüme daha serbest daha hafif ve esprili şeyler yazmak istiyorum.

ONALTIKIRKALTI

6 Haziran 2005 Pazartesi

bir ütopya kurdurmadılar kardeşim

(Kısa versiyon...)

Başladım yine yazmaya kafam karışık ama “ne yazayım” diye bir sıkıntım yok aklıma ne gelirse yazıyorum. Eğlence diye (kuralsız plansız deli saçması ayarında oluyor... ne güzel, ekranlar doldukça benim içim boşalıyor) sanal alemde günlük dolduruyoruz.
Geçenlerde aklıma geldi şöyle salak gibi, bir güzel, saçma da olsa ütopya yazayım diye. Düşünüyorum ve aklıma ne gelse; o olmaz çünkü şöyle şöyle nedenler var, yok şu olmaz çünkü uluslararası kanunlar, anlaşmalar var diyorum, bir türlü yeryüzünde insanlık adına (ki ben göya hayal gücüne güvenen biriyim) iki hayal bir ütopya kuramadım. (jerzy kozinski nin boyalı kuşu’ndaki kahraman çocuk, tutsak kalan tavşanı acıyıp serbest bırakınca, tutsaklığa alışıp kırlara koşmadan kafese geri dönen tavşana dönmüşüz. en kötüsünü yapmışlar bunlar bize, hayallerimizi çalmışlar...

ONALTIKIRKALTI 2005

5 Haziran 2005 Pazar

aman allahım yine neler yazdım ben böyle?

anahtar sözcükler: abartma, insanlık, türkçe ve etimoloji

Evet şimdilik sayı olarak seksen milyon kişiden ancak iki üçünü kendi tarafıma çekmeyi becerebildiğim doğrudur ama bu böyle kalmaz tabii zamanla bakarsın seksen milyondan büyük bir bölüm beni okur da hürriyet ve milliyet benden geriye kalan dört kişi için aralarında kavga çıkartır. (Hani bu sefer biraz desteksiz attık ve abarttık abaramazsın kel fatma annen tiraj patlattı sen iade hesaaaabı (+3a) )

bazen kendimi kaptırıp gerçekten abartıyorum ama insana da zorla abarttırıyorlar kardeşim (acaba –bilen bilir- abarth marka kocaman saçma görünüşlü ve nikelâj kaplı egsoztların ismi buradan mı geliyor? Millet bu kadar abartmışken ben nasıl abartmayayım di mi? (-eğl)

“meselâ ne?” diyenlere yakın zamandan bir örnek: şimdi bizim millet avrupa mallarına hasta ya (ki gençtirler olur böyle geçici şeyler. “Biz de zamanında okula giderken kitaplarımızı koymak için kullandığımız avrupa naylon poşetin üzerindeki desenle/logoyla hava atılabileceğini düşünecek kadar cahil ve sahipsiz bir şekilde ortalarda gezmiyor muyduk?” diye itirafta bulunacağım, siz yine abartıyorsun diyeceksiniz “ama doğru” desem de inanması zor biliyorum.)

yap bir mal, satamam diye korkma. koy ismini house, power, first, show vs. millet de bir şey sansın sonra elinde patlasın “extra güçlü full power double first up” isimli ürün.

Kardeşim adam o aleti yapmış ailesinin ismini markasına koymuş 1685de ve senin gibi, (insanlar nasıl olsa işsiz ne yapsam ses çıkartamıyorlar bana mecburlar diye) bedavaya adam çalıştırıp zengin olma hayali kurmadığı için de vergi kaçırma, kaçak binada üretim yapma olaylarına girmez.

Onun yerine ne yapar? Malımı şimdi satacağım ama markamın arkasında durup geliştirirsem buradan torunum bile ekmek yer diye düşünür.

Zamanla demirden çeliğe geçilir kömürden elektriğe, elektrikten elektroniğe falan... nasılsa sanayilerinin her alanında önce kaliteye önem verir, isim ikinci planda kalır (ne yapsın adam ürettiği şeye kendi dilinde isim koyuyor normal olarak. Adam ingiliz ürününün ismi de ingilizce tabii ki, almanca olacak değil ya) dönelim bize...
Bizimkiler plastiğin ucuzunu, çeliğin paslananını, vidanın (düşsün diye) küçüğünü kullanır. Yaptığı aletin bir tarafını yapıştırıp, bir tarafını kaynak yapar, yamuk yumuk mallarla milleti kazıklar (istisnaları saymıyoruz) ama adı ne? “süper exstra rose naneli sakız” gibi saçma sapan (ya da yerinde de olsa gereksiz yere ingilizce israfı) şimdi gelelim abartma olayına ve bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirten duruma.
tv’de reklamlara bakıyorum, eski, dizi artistini oynatmışlar, adam güya halıcı ve türkiye’nin yabancı mallarla istilasından rahatsız olmuş bir ruh haline sahip. bir yandan da kendi mallarının kaliteli, masanın üzerine serilen diğer (ki diğerleri hesapta çin malları pazarlayıcısı, uzakdoğulular) halının da kalitesiz birşey olduğunu anlatmaya çalışıp, hafif tatlı sert çıkışıyor “bu ne bu bana gösterdiğiniz, şuna bak, incecik, yapay, dandik bir halı. hadi kardeşim hadi bizim halımız kalın, gerçek yünden, altı da halı üstü de, pırıl pırıl bizim kendi malımız (bir de uzakdoğulu satıcıların zayıf türkçesiyle alay edip dokunduruyor “sizin halilere benzemez, hali değil, halı... bizim ülkemizin malı...” evet buraya kadar sıradan normal olan bu reklam nerede abartıyor dersiniz? Bizim ülkemiiiiz, memleketimiiiiz, malımııııııız diyenler bu halıya ne isim koymuşlar? Tuffytrendy.... peh pep peh dilini “eşek arısı” –soksun-, beynini deyimin “arı”sız kısmı öpsün.... bu ne yaaa....

bu ilk değil son değil bir değil bin değil (vatan bilgisayar böyle program yapıyor hem de “vatan” kelimesini ---what-an--- diye yazarak) kardeşim niye böyle yapıyorsunuz bilmiyorum. hadi bunlar mallarını satacaklar milleti kazıklamak için göz boyuyor.

Gazeteler, tvler ve bunlardan beslenen millet (bütün okuyucuları ben alıp da dört okuyucuları kalınca göreceğim onları bakalım :) o zaman nece konuşacaklar?) bu dil meselesi gerçekten önemli, şimdi her şeyi birbirine geçirip karman çorman bir dil yaratıyorlar, tamam çağın gereği adam teknolojiyi üretiyor, yapıyor icadını... haklı olarak da koyuyor ismini yaptığı şeye. burası doğal olan kısmı ve benim kesinlikle bu tür bir oluşuma tutucu yaklaşımım yok ve hatta hatta asla bir dil jandarması değilim.
Dilde özgürlükten, değişimden, gelişimden, çok seslilikten yanayım. zıpırık, draaaank, hüpletme, oha falan oldum gibi örnekler renktir, güzelliktir ister sever kullanırsın, ister mesafeli yaklaşırsın (yani arkadaşınla geyik sardırmak için ya da senden küçük birinin kullandığı dili kullanarak anlaşıp yabancı gibi durmamak için) nasıl ki her yerin kendine özgü kıyafeti var (yazın denizde mayo, maçta şort, karda kışta dağda, kaban vs. ) her yerin her durumun da bir tarzı var.

Adam bir sürü ayrıntıyı atlamış, resimleri kötü seçilmiş, özensiz, itici ve amacına ulaşamayacağı en başından belli olan bir reklam broşürü yapmış, geçmiş karşına kendini pazarlayabilmek için (ben avrupai tarzda kültürü ve son moda ne varsa takip eden, uçmuş, bilgili, modern biriyim diye gösterebilmek için) her cümlesinde, iki lafın arasına konsept (concept) kelimesini sokuşturup duruyor, hah işte şahtın şahbaz oldun... ya ne gerek var böyle komplekslere, evet yabancı kelime de kullanacağız ama yeri gelince ve gerekliyse....

Ayrıca dikkat edeceğiz diye bu işi milliyetçi bir çizgiye de taşımamak gerekiyor. niye kendimizi bir fikre, bir yanılsamaya kaptırıp, illa olmaması gerekeni yapıyoruz anlamıyorum. Zaten (ileride vereceğim örneklerde göreceğiz hiç bir dil uzaydan atılan cd’den yüklenmemiş toplumun hafızasına) kim teknolojide ilerideyse (ya da eski zamanlarda kaba kuvvetiyle etkili ve güçlüyse dünyanın başka yerlerinde dilini yaymış (savaşla ya da ticaretle) diller birbirine girmiştir).

Ya çok avrupai ve havalıyız “trendy” takılıp “concepte” dahil olmaya çalışıyoruz ya da şişe mantarını açmaya yarayan 40 yıllık tirbuşonu “çıkartgaç”a çevirip illa cd’ye “yoğun teker” dedirtme mantığıyla türkçeleştirmeye çalışıyoruz.

Her kesimi her tür konuşma tarzını bilirsin, yerinde ona göre kullanırsın. dolmuşta aşırı kibarlığa gerek yok. “şoföre” (ben ne yapayım şöför şoför diye yazılıyor) -bir kişi kaç para?- diye sorarsın, önündeki abiye de -şunu uzatabilir misin abicim?- dersin kimisi abartıp maymunluk yapıyor -şoferrr bey bir kişi ederi kaç teleee?-
Öndeki abiye de -reca etsem banknotu iletebilir misiniz?- diyenler var. Ya bu nedir? sen hangi radyo tiyatrosundan fırladın? hadi sen fırladın, korkmaz çakar abim sana niye efekt yapıyor:) geçelim kardeşim bunları, geçelim.
Halkla beraber yaşayıp halka hava atmaya gerek yok. halk biziz, bizler kendimizi diğerlerinden daha iyi bir eğitim seviyesinde görüyorsak, unutmayalım biz yine de bu halkın bir parçasıyız,
Kendi dahil olduğumuz grubu dışlamak mantık olarak kendimizi de dışlama anlamına gelir (nasrettin hocanın denizde ekolojik dengeler üzerine yaptığı ağır bir hareket sonucu kullanılan atasözümüzü hatırlatmak bile istemem).

Ha sen diyorsan ki ben farklıyım, bu aciz halkı beğenmiyorum, ben onlardan kat kat üstün olduğum için beni bunların dışında tutun (ki yanlış da olsa böyle görüp böyle düşünmeye de hakkın var –çünkü böyle bir kültürün dayatıldığı bir ortamda yetişmişsin-) o zaman ben de şunu düşünüyorum bu halkın afganistandakinden, japonyadakinden, fransadakinden ya da namibyadakinden “madden hak” (halk değil “hak” hukuk) olarak ne farkı var ki sen hakarete varan bir tavır sergileyerek burada insanları aşağılayan bir düşünce yapısında yaşıyorsun (ya da tam tersi konuşmalarına yabancı kelimeleri bolca koyanların yanında kendini kompleksten komplekse vuruyorsun)

Kendini turist gibi bu halkın dışında görüp, kendini buraya ait görmüyorsan bile, bu insanlara böyle davranmaya hakkın yok. Turist olarak Afganistana, uruguaya ya da yeni gineye gitsen orada insanlar o şartlarda, o şekilde yaşamak zorundalar, kültürleri öyle imkânları o kadar diye, onları küçük görmeye aşağılamaya hakkımız var mı?

Ya da niye bir italyan ve ingilizle konuşurken onların ülkeleri bir sürü yoldan gelişip ilerlemenin yollarını bulmuşlar, metro istasyonlarını kurup, hergün transmikserle (bak yeri geldi kullandık bir şey olmadı üzerinde sıvı bir yük taşırken taşıdığı maddenin özelliği kaybolmasın diye bir yandan da taşıdığı tankı çevirip duran şu yollarda sık sık -götünden asflata çamur akıta akıta- giden çimento kamyonlarının benzeri bir alet hem mix’iyor hem transport ediyor :) kamyon yüklü port fazla uzun gelir diye portu atıp trans mixer demişler) şehir merkezlerine iki kamyon yükü bal döküp yalıyorlar diye, kendi kültürümden ve eğitim seviyemden çekinip, aşağılık duygusuna kapılayım ki?
Kendimi abartmaya gerek yok neysem o ama kompleks duymak da gereksiz. Bunları bilelim önce, herkesi sevelim, herkese sarılalım, beğenmediğimiz şeyleri başkalarının düzelteceğini düşünerek hayal aleminde yaşayıp gerçek hayatta bir kaos ortamı yaşamayalım. Burada bizler yaşıyoruz, burayı bizler düzelteceğiz.
Adam aç kalmış orda burda, tabi gelecek istanbula ve biz kendimize yaptıklarımıza, onlar için yıllardır yapamadıklarımıza bakmadan, ne kadar kaba konuşuyor, nasıl giyinmiş diye bir de üstüne onu beğenmeyeceğiz. (yapmayın güzel kardeşlerim, vicdansız olmayalım haksızlık yapmayalım bütün inşaatları yaptırırken adamları kullanalım, onlar eksin biçsin bizler bire alıp ona yüze satalım sonra aaaıııııy cahil diye dışlayalım, kandırıp para için bütün herşeyi başaşağı edip kazıklayalım. Olmaaaaaz olmaz... ayıp.)
Evet koynuna al yat demiyoruz ama kendi aramızda düşman muamelesi de yapmayalım. adamlara ne verdik, de ne istiyoruz. şu edebiyatımıza bir bakın. hep kardan kapalı, yolsuz, elektriksiz, haksız hukuksuz bir anadolu masalıdır anlatılan.
Aynısını makro olarak düşünelim, sen avrupaya gidince sana da (bana da, genel olarak Türk kimliğine) önyargıyla yaklaşıyorlar ve sen aslında neyin ne olduğunu biliyorsun değil mi? yani zenginlik ve gelişmişlik bakımından onlar niye öyle ben niye böyleyim doğruları biliyorsun. e aklını kullan işte, doğudan istanbula gelen adam da böyle. bir kendi yaşadığı yere ve imkânlarına bakıyor bir de istanbula, sonra biz bugüne kadar meğerse yaşamamışız diyor. Ne fark var, İstanbuldan avrupaya gidenden?
(tabii doğu insanının kendini güvenceye alma ihtiyacı olarak genlerine işlemiş olan bir toprak sahibi, mal mülk sahibi olma durumu var ki bu şehirlerde bulduğu yeri çevirme şeklinde cereyan ederek hep birlikte mahvolmamıza sebep oluyor bu da onların yanlış yaklaşımıdır ve çok derin bir konudur “oy-memleketli-gecekondu- olayı. burada girmeyeyim artık maltepe camiinin yanına bir gecede ev yapma olaylarına)

Neyse bu gün dilden ve dillerin karışmasından bahsederken konu nerelere geldi biraz da ilginç ve eğlenceli kısmına bakalım bir kaç örnek vereyim sonra da bu günlük bu kadar diyerek bırakalım.

Efendim nasıl olmuş da kelimeler oradan oraya savrulup durmuş bir o almış kendi diline yakıştırmış bir bu almış çekip uzatıp sallamış, onları görelim. (harbiden sallayanlar da var)

Bu konuda en beğendiğim kelime örneği çerçevedir evet bildiğimiz çerçeve nasıl dilimize girmiş? osmanlıda biliyorsunuz, farsça, arapça türkçe, rumca bir sürü dil bir arada yaşayıp gitmiş.
halkta doğal olarak ortak sınırlar içinde kalan bu farklı kültürlerin birbirine geçişmesiyle, birbirinden kelimeler öğrenmiş ve kullanmış. çerçeve buna çok güzel bir örnek, bilirsiniz tavla oynarken “car-ı yek, car-ı dü” falan gibi kelimeler (tavla arap yarım adası kaynaklı olduğu için tavlada sayılar günümüzde bile) kahvelerde hala farsça olarak aynen kullanılır. Car denilen aslında tam olarak “çehar” dır farsça dört anlamına gelir, yine farsçada çübe yani çubuk anlamına gelen bir kelime var, biraraya gelince çeharçübe yani dörtçubuk oluyor, (dört çubuk çerçeveyi oluşturan karenin dört kenarı olarak kullanılmış) çeharçübü, çarcübü oradan da çarçübe yani bugünkü kullandığımız çerçeveye dönüşmüş... ne güzel di mi?

Geçelim başka örneklere, alarm... bildiğimiz şu saatlerdeki alarm... ya da acil uyarı anlamındaki alarm. arma italyanca (ki oraya latinceden geçme) silah demek arme silahlara, all arme ise herkes silah başına anlamına geliyor fransızcada ise acil savaş durumu oldukça silahbaşına acil durum gibi anlamlardan her çeşit ikaz sinyaline dönüşüp ingilizceye alarm yani uyarı olarak geçmiş. Eh bu da fena değildi. Geçelim başka bir örneğe (bu gün yoruldum artık en fazla on tane yazıp bırakacağım heveslisi olan beğenen varsa sonra başka yazılarda örneklere devam ederim)

Zum: II. Dünya savaşında savaş uçaklarının kalkar kalkmaz aniden yükselmesiyle ya da yaklaşmasıyla çıkarttığı güçlü zoooom sesinden ani yaklaşma olarak terimlere dahil olmuş biz de şimdi dijital fotoğraf makinesi ya da kameralar için 4x20 zoom yapıyor falan diyoruz.

Fotoğraf makinesi denilince aklıma geldi resimde belli bir alanı sınırlamaya kadraj deriz ya, bu da latinceden fransızcaya geçen quatr (dört) sayısından geliyor yani dörtgenleştirme, kare yapmaktan evet size tanıdık geldi değil mi çeharçübenin mantığına benziyor, zaten temeli oraya dayanıyor. farsça çehardan hintavrupa dillerine ketwer olarak oradan latinceye quadrere oradanda (quatrdan) fransızcaya cadrage biz de yanıbaşımızdakileri bırakıp kadraj olarak fransızlardan almışız...

Bilirsiniz sağlık kürü yaptırmak diye birşey var, kür latince “curare” den geliyor ve temizlemek anlamına geliyor, tek keriz bizler değiliz ya fransızlar da latinceden kür kelimesini ingilizlerden dent (diş) kelimesini alıp birleştirmişler olmuş mu sana kürdent. biz alırken kendi dilimize uydurmuşuz, bildiğimiz “kürdan” yapmışız yani kürdan diş temizleyen anlamına geliyormuş. Bak bu da güzeldi dimi? Etti beş kaldı beş...

Arapçada “eradi” yer, oradan erd, yeryüzü deniliyor ki ingilizler earth diye almışlar latinceye geçen bu kelimeyi peki biz ne yapmışız geri kalmayarak arapça eradiyi alıp arazi yapmışız yani şu ingilizlerin mother earth dediklerini bizim mütahitler araziye çevirmiş sizin anlayacağınız:) kaldı dört

Hint avrupa dillerinde “kent” saplamak anlamına geliyor. latinceye “kentein” olarak geçiyor. Pergelin iğneli, saplanan ucuna da yani pergelle çizilen dairenin merkezine de kentron diyorlar, sonra?
Sonrası çorap söküğü gibi geliyor latincede kentron centron/centrum oluyor centrum yine aynı anlamda merkez. ingilizceye geçiyor center oluyor Fransızlar centre diyorlar bizimkiler de fransızca modasında fransızcasını alıyorlar aynen söylendiği gibi santra! yani şu futbolda santra yapmak vardır ya o... Hadi işi uzatalım, hani elektrik merkezi diyeceğimize de elektrik “santra”li diyelim nereden nereye...
kaldı üç (böyle birden insanın aklına gelmiyor sakın çok beğenip başka istemeyin ilerde, öldüm valla)...

Pa ayak demek farsça, bulmacalarda çıkar, hani “eski türkçe iki harfli ayak” diye sorarlar ya. peki farsça üç demek olan “se” bu ayağın yanına gelince oluyor mu sana üç ayak. peki nedir üç ayak? Yaaaa oldumu şimdi “se”+ “pa” sana evdeki “sehpa”...

Kaldı iki (yatmaya geri sayım gibi oldu bu sefer benim için) hemen aklıma gelen kısalardan söyleyeyim. Dar-ı çin çin ağacı demekmiş o da ne demeyin kışın saleple ararsınız sonra dar-ı çin (tarçın)i...

Ya şuna ne demeli; bütün dünya bu kangooroo kelimesinin kullanılması gibi salakça birşey görmediyse şimdi görsün fransızlar raketi alıp topu atıp tutuyorlar ve birbirlerine atarken “aman atıyorum bak dikkat et hop kime diyorum” demek uzun olacağı için “tut”(tenez) diye bağırıyor oyunda bir kural bu, ama ingiliz ne yapıyor hooop ulan ne güzel oyunmuş bu “tenis” diyor yani fransızca “tenez” tut.
Aman millete gülmeyelim bizim de başımıza gelir...

Ektin biçtin, baktın ki marul, salatalık (kıvırcık) falan yaş, kuru değil yani. ne dersin? “yaş”. körpe, taze demiş, eski türkçeyle atalarımız yaşıl diye, “yaş olan” sebzeye derlermiş. hem renk olarak yeşil hem de sebzelere yeşillik denmesi de bundanmış....
ölüyorum gidip hemen yatıyorum....


ONALTIKIRKALTI

Neden hep benim başıma geliyor?

anahtar sözcükler: sinir stres, tek yön, trafik

Beraber yapacağımız bir iş için tanıdık bir abiyle arabada gidiyoruz ve abi inanılmaz sinirli bir sürücü. Sinyal vermeyenin doğum şeklini tarif ediyor, şerit değiştirenin yetiştiği yerdeki tüm insanlarla “grup sex” yapmayı arzuluyor ve korna çalana, selektör yapana inanılmaz bir yakınlık duyarak, anneleriyle gireceği ilişki sonrası, kendilerini nüfusuna geçireceğini garantileyip üvey baba konumunu camdan çıkardığı kolunu sallayarak, bağırıp çağırıp duyurmaya çalışıyor. “Aman abi sen sakin ol.” diyorum, “bakma sen bunlara, hepsi ayı bunların. Onun için kuralları ihlal ediyorlar.” (tabii bu arada tavandaki tutma yerini, şimdi bir yere, ha girdik ha gireceğiz diye stresle sıkmaktan kolum kopacak, bir yandan da onun yapmadığı yerlerde ben kendi tarafımda olmayan pedallar yerine paspas ezip, eskiterek kendimce hababam fren yapıyorum) “Bunlarla başa çıkılır mı? Adamlar arabayı alınca, ehliyet yanında eşantiyon geliyor, yapma benim güzel abim.” diyorum ama dinleyen kim? Biz böyle korkudan bademcikler şişmiş bir vaziyette, sağa sola girip çıkarak (ki kızdığı hareketlerin tamamını kendisinin de yaptığının farkında olmayarak) ilerlerken, köprünün tek yönde giden bağlantı yollarından birine dalıyoruz. Dalmamızla birlikte de karşıdan bir minibüs, yanlış yola girmiş olduğunu anlamış olacak ki geri geri bizim gittiğimiz şeritte üstümüze doğru geliyor. Benim açık camımdan üzerime abanıp “Yuh lan yuh! Ayıp be!” diye bağıran abimiz, direksiyonu kırıp sollamaya kalkıyor ve ne oluyorsa işte o anda oluyor. Ne zaman, nerden, nasıl çıktığını anlayamadığımız bir dozer (evet, evet yanlış yazmadım, bildiğimiz kepçeli, sarı, büyük bir dozer) ters yöne girmiş üstümüze geliyor. Dozer durunca biz de duruyoruz. Az önce geçtiğimiz minibüs de gördüğüne inanamıyor olacak ki kahvede arkadaşlara anlatılacak böyle ilginç bir durum karşısında yapılacak ilk şeyi yapmaya karar vererek, arkada kenara çekip bekliyor. Abi artık hastaneye yatırılacak kıvama gelmiş vaziyette el frenini çekip aşağıya iniyor. “Ne lan bu ters yöne girmişsiniz dozerle! Manyak mısınız yoksa beni delirtmek için mi yapıyorsunuz?” diyor. Dozerin şoförü ve şoför kabinine asılan diğer iki amele aracı durdurup aşağı iniyorlar. Ben kırkımız çıkınca mahalleliye dağıtılacak mevlid şekerlerimiz için kutu modeli tasarlayacak vaktimiz kalmadığına hayıflanırken, ameleler hiç beklenmedik bir sürpriz yapıp “Doğru söylüyorsunuz beyefendi, sinirlenmekte haklısınız ama yolun sonundaki alanın düzenlemesi için çalışırken araç bozuldu, geri geri gidemiyoruz, mecbur kaldık, özür dileriz.” demesin mi. Ben gözlerimin önünden film şeridi gibi geçen hayatımı “pause” a alıp, şaşkınlık anımızda olayın başka yöne meyletmesini engellemek için kendimi ortaya atıp “Tamam tamam olabilir, insanlık hali. Biz geri geri çıkalım, siz geçin.” diyorum. İnanılmaz bir şekilde, herkes on yıldır yurtan sesler erkekler korosunda çalışmış gibi, aynı anda “tamam” diye onaylıyor. Geri geri giderken deminki minibüsü geçiyoruz ama bizim araba ve dozer bir şeridi kapadığı için, millet minibüsün arkasında sıra olmuş. Biz, haliyle taa yolun en başına kadar geri geri gidiyoruz. Neyse trafik açılıyor, dozer geçiyor. Biz de aynı yöne gitmek için tekrar tek yönlü bağlantı yoluna giriyoruz. Tek düşüncem, gideceğimiz yere sağsalim varıp inince toprağı öpmek. Bu arada, ruh haliyle tamamen çökmüş olan abinin direksiyona simit sarayında fırından yeni çıkmış unlu mamül muamelesi yapma isteği gözümden kaçmıyor. Yüz metre gidip yokuşa geldiğimizde arabada birşeyler olmaya başlıyor. Acayip sesler çıkartıp titreyen araç, bir iki öksürdükten sonra drank diye olduğu yerde kalakalıyor. “Abi ne oldu?” sorumu, “Ne olacak benzin bitti unutmuşuz.” diye yanıtlıyor. İtsek olmaz, yokuş yukarı nasıl iteceğiz? Geri gitsek olmaz tek yön. Burada durup birimiz benzin almaya gitse, araba tam virajda, biri gelip güm diye çarpar. İyisi mi biz boşa alıp geri geri kaydıralım fikri galip geliyor. Camlar açık, sinir stres içinde, İkimiz de sıfırı tüketip çökmüş vaziyette, sessiz arabayı geri geri kaydırıyoruz. Tam o anda yanımızdan geçerken yavaşlayan bir arabada şoför, yanındakinin üzerine abanıp camdan bize bağırıyor “Yuh lan! Yuh ayıp be.”

ONALTIKIRKALTI

3 Haziran 2005 Cuma

ahret soruları...

anahtar sözcükler: gerçek düşünce, sahte adres, sahte isim

İnsanın kendisini bilmesi gibi var mı?
Tabii, tabii...
İyi de ben kendimi nasıl anlatayım?
Ya hafiften kendime kıyak geçersem?
Ya elim kendime yontarsa?

Şunu severim bunu severim demekle olacaksa eksik olur diye düşünüyorum.
Niye derseniz; yani adama sor kitap okumayı severim müzik dinlemeyi severim türk yemeklerine bayılırım haaa bir de sinema olayı...
E! kardeşim iyi güzel de adam sekiz kişiyi vurmuş hapiste yatıyor ona sor o da aynı şeyleri söyleyecek ne oldu şimdi benim nasıl biri olduğumu anlayabildin mi?
Diğerlerinden nasıl ayıracağım kendimi?
Bari özel şeyler olacak ama onları yazayım.
Dur duuuuur kendin kaşındın sonuna kadar oku, beni tanı.
(Ben dünya alemi tanıyorum bir kuruşluk faydasını görmedim. beni tanısan neye yarayacak anlamış değilim. Ama ne yaparsın yazacağız...)
Geçenlerde hiç tanımadığım bir adam, otobüste telefonumun kulaklığını toparlarken beni seyrediyormuş... Dayanamadı çıkartıp cebinden (zart diye nereden de bulduysa) paket lastiği verdi. Al da bağla diye.)
Şimdi buradaki ayrıntıdan beceriksiz biri olduğumu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz gözüm kapalı bardağı taşırmadan çay koyarım (canım biraz gözümüzün kenarıyla baktıysak hemen ne kızıyorsun o kadar olacak ne yani yere mi dökülsün alla allaaaa) al işte özel hayatımdan bir sürü şey anlattım.

Bak! Diyorsan ki daha bir özele gir, daha bir anlat, daha bir ayrıntıla o zaman söyleyeyim... Bir iki örnekten sen beni çıkar.

Örnek bir:
Beyazıtta havuzun kenarındaki karıncalara simitinden koparıp onlara verip sonra aptal aptal seyreden birini görürsen bil ki o benim...

Örnek iki:
Vapurla kırkyılda bir karşıya geçerken nostalji olsun şöyle bir dışarıyı seyredeyim diye vapurun dışına çıkıp da sonra (her sefer olduğu gibi) salakça geminin en arkasında motorun çıkardığı suların foşurtusuyla sersemlemiş halde köpüklere bakan salak var ya o yine benim.

Örnek üç:
Yerde kitapları açıp ikinci el satarken, kendisini götürmeye kalkan zabıtaya (salakça bir şekilde kitapların arasından çocuk kitabı olabilecek bir iki örneği) al abi çocuğuna götürürsün diye verip durumu kurtarmaya çalışırken, adamın “okuyup da ne olacak lan... Çocuk senin gibi yerde kitap mı satsın?” cevabını hazmedemeyince kitap satmaktan vazgeçen biri varsa... o da benim.

Ya işte böyle daha hala tanıyamadın mı?
Yok anam yok nerde bende o para... (sana endoplazmik redikulum yada reaksiribo nükleik asit testi mi yapıp getireceğiz) ama dur bak bir ayrıntı söyleyeyim ki beni tam olarak tanı...
Hani sen böyle sakin sakin yürürken daaaaan diye birden sana çarpan çocuklar vardır, bazen birşeylerden kaçarken bir yandan da yaptıkları fırlamalıktan dolayı birşeylere gülerler... işte onun elini aç bak tükürükle ıslanmışsa ve bir kaç susam parçası varsa o benim...
(Ve bil ki simitlerini satmak için bir çubuğa geçirip kahveye giren simitçinin arkasından, elimi yalayıp, simitçinin dışarıda bıraktığı simit tablasına bastırarak yapışan susamları çalmışımdır.)

Nasıl, tanıdınız mı beni ve anlatabildim mi kendimi?

ONALTIKIRKALTI

1 Haziran 2005 Çarşamba

acayip bir tez...

anahtar sözcükler: batı, güneş, insanlık


Niye batıya?
Herhalde ilk insanlar doğuya giderken gözlerine gelen güneşten rahatsız olmuşlar...


ONALTIKIRKALTI

madem kural yok...

çoook uzun bir alıntı/aktarma yazının ikinci ve son bölümü...

anahtar sözcükler: avrupa, geyik dünya tarihi, mektup

Arkadaşıma yazdığım bir mektubu buraya aktarmak istiyorum. Ara sıra dönüp bakarım. Biraz geyik bir tarih yazısı, biraz espri, avrupa, dünya, bireysellik falan.
Bir de en sonunda en beğendiğim filmler listem var yarın öbürgün bakarsın kaybederim falan lazım olur diye...
Merak edip sonuna kadar okuyanlara sabırlar diliyorum, ulan ben de çocuğa hiç acımamışım be...
Bu kadar uzun mektup olur mu? (olmaz diye epeyce bir bölümünü buraya aktarırken kestim. isteyenler bildirgeçteki tam metne ulaşabilir)
Neyse mektuba geçelim....
Evet uğurcuğum güzel kardeşiiiiim.
Geldik eve yemeğimizi yedik cayımızı sigaramızı içtik, allaha şükürler olsun çoluk çocuk iyi karnı tok sırtı pek.
Biri tv seyretmeye gitti biri ders yapmaya ben de oturdum sana söz verdiğim maili yazmaya ("niyet ettim niyet eyledim ikindi namazına" gibi oldu ama artık idare edeceksin) aklıma geldikçe, arada birden bir konuya girip çıkabilirim karışıklık olursa kusura bakma.
Bugün attığın uzun maili aldım, sana ayaküstü bir şeyler yazıp cevap verdim ama eve gelene kadar zihnimi meşgul etti.
Okula gidip de kaydolmak için şansını zorlamışsın ya, orda öğretmen olan bir kadın sana ve yaptığın işlere bakıp karar vermiş. Okula almış. sonra da işin yok mu? Gel sana iş vereyim demiş... Valla cok ciddiyim, git, ona, ben bunu Türkiye'den bir arkadaşıma yazdım, çok etkilenmiş, tüm dünya üzerindeki insanlarda özlenen iyilik yapma ve hak edene yardım etme gibi özlediğimiz özellikleri ruhunda barından o asil karakterli insana, dünyanın en uzak köşesinden saygılarımı sevgilerim ilet, dedi dersin.
Kadın elleri öpülesi sarılıp ağlanası bir insanmış böyle insanlarla karşılaşınca dünyadaki insanlara olan kaybettiğim güvenim yerine geliyor ve gözlerim doluyor ne kadar iyi bir insanmış yaaa...
Sen git ona valla bak çok ciddiyim bir çiçek al götür ve "Benim için yaptıklarınıza daha önceden teşekkür etmiş olabilirim ama, sizin iyiliğinizi hiç bir zaman ödeyemem. Lütfen bu çiçekleri kabul edin." de.
Uğur'cuğum valla o kadın sana hayatının iyiliğini yapmış.
Bir iyilik yapmak kadar, yapılan iyiliğin farkına varıp, önemini kavrayıp, teşekkür edip saygılarını sevgilerini bildirmek de önemli bir karakter göstergesidir, ihmal etme...
Geçelim... Yok, yok geçmeyelim, bak ne güzel muhabbet açıldı. Buradan ben insanlık iyilik bencillik ve bireyselliğe gireyim...
Hani şu söz verdiğim konuya...
Birincisi oradaki insanların bireysel davranmaları ve karakterleri bakımından bencil olmaları çok doğal.
Yakın zamana kadar gelişen avrupa ve amerikada özellikle kitlelere benimsettirilmeye çalışılan bir kavram bu. İstersen oradan başlayalım.
Diyeceksin ki "Bir ülke, niye vatandaşları bencil olsun ister?"
Evet niye?
Tabii ki "Bencil karakterli olsun, yesin, içsin, dağıtsın, etrafa çöpünü atıp otobüsün koltuğuna zarar versin." anlamında kendini bilmemekle karıştıralabilen bir bencillik değil bu.
Her şeyden önce -bağımsızlık duygusuyla- pompalanmış bir yöntem.
Şöyle ki: Bizim gibi ülkelerde biliyorsun anne, baba, çocuklar ve annenin ya da babanın anne babaları hep birlikte otururlar. (son 20 yıla kadar bu, kentlerde biraz değişmiş olsa da genelde Türkiye çapında düşünürsek ortalama olarak hâlâ devam ettiğini kabul edebiliriz)
Böyle bir düzen büyüklerin emekli maaşı, çalışanların kazandıkları ile döner ve oradaki 4 ila 8 kişi, iki kişinin maaşından geçinir, aza tamah eder.
Çocuklar yokluk içinde idareyle okula gider, eve bir bilemedin iki maaş girer ama, diğer 4/5 kişi çalışmaz yer doğal olarak. Taa ki evlenip kendi evlerine çıkana kadar bu böyle gider.
Evet evlenirler ama bu sefer onlar büyük olmuşlardır ve çocukları oluncaya kadar büyüdükleri evlerdeki en yaşlılar hakkın rahmetine kavuşur, anne babalar yalnız kalır, hali vakti yerinde olan ayrı yaşar, olmayan (ki türkiyede olmayanlar daha çok) o kadar yıl bakıp büyüttükleri çocuklarının yanına geçerler. Sadece yerler değişti ama sistem aynı: Yine bir ev, yine anne, baba, çocuklar ve yine yaşlı büyükler.
Üç nesilden sadece biri 20-25 yaşına gelince evlenirken buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın, tv falan aldı; ekonominin de ebesinin orasına çamı diktiler. 70 yılda bir makineyle döner mi bu ekonomi? Dönmez
Avrupalı ne yapmış? Herkesin kendine ait bir yaşamı var. Çık dışarı kaderini yaşa, kafana göre takıl diyor. Tabii bu tek başına insanlara bir şey ifade etmez,her şeyden önce cinsel ve dinsel anlayışı ona göre oturtmak lazım (ki biliyorsun oralarda bu işler nasıl).
Yeri gelmişken minik bir anektod...
Yanılmıyorsam, rivayete göre meşhur ittihat ve terakkinin kurucularından Talat paşa, ülke dışına görevli olarak gönderilir. Git bakalım bunların iç idare yapısı nasıl? Devlet nasıl işliyor? Din adamları ne kadar devlet işlerine karışıyor? falan bir sürü rapor istemişler...
O da tabii ki bir sürü çalışma yapmış. Bunu toplantılarda okumuş ya da anlatmış ve en sonunda da avrupada ki din ve devlet işlerini anlamayanlara da şöyle bir özet yapmış:
“arkadaşlar gittim gezdim gördüm inceledim ve
sizin anlayacağınız şu karara vardım
ADAMLARDA BİR DİN VAR DEVLET GİBİ,
BİR DEVLET VAR DİN GİBİ...”
biz kaldığımz yerden devam edelim.
Adamlar, üreteceğiz ama işçi lazım diye düşünüyor.
Hadi, her evde oturan ailelerden adamları özgürlük, bireysellik diye ayartıp çalıştırdık. Sonra ihraç edebileceğimizden fazlasını nasıl tüketeceğiz bu mallar erimezse fiyatlar düşer. Fabrikalar da üretimi kısar, sonra mallar satılmayınca para kazanamazlar. Hadi bakalım yine işçileri çıkartırlar ve ben ne çalışan işçiden vergi alabilirim hastanem okulum düzgün çalışır, ne de bir sürü şey alamayan tüketiciden vergi toplayıp yola, trene askeriyeye ve bilimsel araştırmalara para ayırabilirim.
Dur, bak ne yapalım... Herkes bir eve çıksa nasıl olur?
Herkes birey olarak davransa, biz bunu yüz yıl devam ettirsek köşeyiz be. Doğup onaltısına gelen başka eve çıkacak, önce ev lazım inşaat sektörü oh der. Ev dayanıp döşenecek, beyaz eşya mobilya üreticileri allah der.
Bir yandan da bunlar bu malları üretmeye yetişemeyeceği için sanayi, fabrika gelişir ve bu üretimi yapmak için de fabrikalar işçi arar.
Al sana evden ayrılıp tek başına yaşayana da iş imkânı yarattım mı...
Bir de diğer ülkeler arasında güçlenip, krallar gibi ekonomik yaptırımlara bile giderim; ordan onu almayacaksın, benden bunu alacaksın derim. Taşımacılık, tarım ve buna bağlı tüm mallar benden çıkar, yan gel yat valla diye düşünen bu batı toplumları böyle bir düzen kurmuşlardır.
Haaa ne var bir sürü artısı gibi; başka kültürlerde yadırganan ve sanayii halini alıp ticarete dökülmüş binlerce kavram, yıpranmış. İnsanlık tamamen bireyselleştiği için ( dedik ya başka kültürlerde yadırganan şeyler) istenmeyen ya da bizler tarafından garipsenen şeyler, batı toplumlarına yerleşmiş.
Nedir bunlar?
Her şeyden önce aile erimiş ve anne, baba, kardeş, abla, dede, anneanne gibi doğal yakınlıklar zayıflayarak, tanıdık ilişkisine dönmüş.
Dede ve anneanne, babaanne de evdeki anne, babayı takmıyor... Niye? çünkü onların eline muhtaç değil. Bu sistem kendilerine sosyal avantajlar sağlamış. Dişi mi yok? Hoop, sigorta çalışmasına karşılık tam hizmet veriyor, sırtağrısı için masaja kadar bir sürü ek işlemi fizyoterapi diye parasız yapıyor. Maaşı mis gibi istediği yere gidiyor (sultanahmet meydanındaki turistlerin yaşını düşün)
Çocuklar anne babayı takmıyor çünkü herif gelmiş 16 / 17 yaşına, çıkar giderim kafama göre takılırım, hem okurum hem çalışırım, karı kız / erkek ibadullah, mis gibi takılırım diyor ve istediği anda da bunu yapacak zemin var.
E, aileler ne kadar "yavrıııım dışarısı kurtlar sofrası, nireye gidiyon?desin. "Ya takmazlarsa? Bunların kanı kaynıyor şimdi" diye, çocukları kaçıracaklar diye tırsıyor yani.
Senin anlayacağın olan anne babaya oluyor. Zaten çalışmaktan ağzına sıçılmış ikisinin de (biliyorsun oralarda iş ortamı bizimkine benzemez. Öyle bir vida sık bir çay iç, iki marley döşe, "dur bir sigara içeyim" falan yok kan alırlar adamın müsait bir yerinden).
eeee düşmez kalkmaz bir allah, zamanında büyükler anne babanın yerindeydi, emekli oldu kurtuldu ama sıra gelecek çocuklara, onlar da anne baba olup kendi çocuklarından aynı muameleyi görecek, bu kervan böyle gidecek işte aile yapısı böyle ...
Başka şeylerde yok değil bu düzeni koruyup bu şekle sokmak için.
Dini inancın zayıflatılıp, insanları vicdanen rahatsızlıklarından kurtarmak lazım. Onu halletmeden bu şekilde bir düzen kuramazsın.
Adamlar onu da; kürtajı serbest bırakarak, nüfusu arttırmak için namus meselesini aşk-seks gibi özgürlüklere gönderme yaparak "sen bağnaz mısın ulan?" aşamasına getirmişler. Tabii bu böyle bir günde olan ya da çok istenildiği için böyle yapılan, doğru bulunan ve onaylanarak yürürlüğe koyulan bir şey değil. Taaaa 1800'lerde sanayi devrimini başlattıklarında uygulamak zorunda oldukları bir sistem.
Yani neymiş?
Bu kavramlar ve bu tarz yaşam 150 yıllık bir değişimin ortaya çıkardığı, yavaş yavaş değişen bir sistemmiş. Tabii şimdi diyeceksin ki niye böyle birşeye mecbur kalmışlar orası çok derin ama dur bakayım bu kadar derin mevzulara girince oraya da ufaktan bir el atayım.
Bir sigara içip geliyorum
(ne lan? biz hâlâ Türküz oğlum... iş arasında çay sigara serbest :) )
Bütün dünya artık yerini yurdunu almış, her bölgede bir şeyler yapılıyor... Ne bileyim işte, yok Çin'de kumaş, Hindistan'da elişi halılar, örgüler, baharat falan...
İşte herkes yapabildiğini yapıyor. Kim ne yetiştirirse sağa sola gönderip ticarete başlıyor. Bu iş yavaş yavaş büyüyüp, kentten kente, ülkeden ülkeye yayılıyor oluyor mu ipek yolu....
Bütün dünya bu ticaretin etrafında dönüyor, birinde olmayanı biri alıyor, onda olmayanla takas ediyor. İnsanlar çarşılarda pazarlarda kucaklaşıp, dinlerini dillerini önemsemeden insanca, kardeşçe yaşayıp gidiyorlar.
Avrupalılar da zaman zaman gezginler, zaman zaman kaşiflerle burayı öğrenip, bu ticaret ağına giriyorlar. Dağ taş geçerek, aylar süren yolculukları ortadan kaldırmak için denizciliklerini ilerleten ya da geliştiren ülkeler, aracı tüccar olarak iyice bir ilerleyip zenginleşiyor, ve din adamlarına yaptıkları bağışlarla dini kurumlar içinde etkilerini arttırıyor. Taa 1600'lere 1800'lere ulaşan bir dini sanat, mimari, resim kültürü hep bu dönemde inşa ediliyor.
Yani papazlar, rahipler, bağışı alıp çakılmasın diye bütün kiliselere resim yaptırmaya bu dönemde başlıyor.
Amaçları "Kendim için bir şey alıyorsam namerdim. Maksat kiliseye meryem ve meleklerin resmini yaptırmak, millet görüp daha bir şevke gelip dua etsin, inancı kuvvetlensin demek..."
Tabii arada "Resim büyüktü, kiliseye sığmayınca yıkıp 150 metrelik kilise yaptırdık. Ulan benim kardeşim mimarsa sana ne? Kasabada başka mimar mı var? Ne iftira atıyorsun..." durumları da olmamış değil :)
neyse biz mevzuya dönelim
bunlar bakmışlar ticaret güzel bir şey
onlar yapsın sen al sat oh ne ala memleket
fakaaaat insanoğlu bu durur mu
bir gün biri çıkıp diyor ki
arkadaş bende gemi var sende para,
manyak mıyız gidip dağları taşları aşıyoruz
her geçtiğimiz yere vergi veriyoruz
şu ümit burnunu bir keşfedip oradan dolaşalım
asyaya iki günde ulaşalım
nasıl ama mis değil mi
öbürü durur mu ondan cabbar,
ulan oğlum bir de avrupalıyım okumuş etmiş adamım diyorsun
ama senden bir mok olmaz
hiç kafan çalışmıyor
madem gemiyi yaptın
ümit burnundan dolaştın
kek gibi gidip ne para mal verip
onlardan alışveriş yapacaksın
al yanına bir top 5/10 kılıçlı adam tozunu attır
taşı milleti oraya onları da iş para toprak diye kandırırız
yerleşip oraya cennet kurarız
onlar yapar biz elinden alırız
zaman geçer bu mal olmaz tarım ürünü olur
zaman geçer maden olur
haaaaa aman yalnız ileride buna
sömürgeci avrupalılar falan diye bir kulp takmaya çalışırlar
bak o zaman karışmam diyor
tabii bizimkinin aklı başına gelmiş
zekâsı açılmış
bir heves çalışıyor
aman oğlum düşündüğüne bak
ilerde birileri elbet bu sömürgeciliği beceremez
atarız bütün yahudileri onların ülkesine
soyup soğana çevirirler
herifler delirip bunları yakmaya falan kalkar
arkasından bir propaganda, bir propaganda
kimse bizim 250 yıl sürdüreceğimiz
bu sömürgecilikte vahşice öldürülen yüz milyonlarca insana bakmaz
bunu unutur varsa yoksa bunlar yahudilere soykırım yaptı derler
yalnız yazarı artisti iyice beslemek lazım ki
bunları hep yazsın hiç gündemden düşmesin.
Yok lan ne ben besleyeceğim elin sanatçısını
onlara ortadoğuda başkalarının elinden toprağını zorla alıp
bir ülke kurarız onlar kendi propagandalarını kendi yapar
bir de uyanık olacağım diyorsun
bak bu işler böyle yürür koçum diyerek
bugünkü avrupanın ekonomik temellerini atıyor.
Ve sonra bir gün kendi elleriyle üretip
kendi elleriyle, sömürülen ülkelere sattıkları
teknoloji bunların karşısına bir canavar çıkarıyor.
Kendi kendine yeten silahlanmış ülkeler...
yemeyip içmeyip silaha yatırıyorlar bütün parayı
(çünkü avrupa sömürgecilikle geçinirken
kendisine dünyada sömürecek yer kalmayan
başka ülkeler de ticaret yapmak zorundaydı
ve silah ticaretinden başka şansları yoktu)
gel zaman git zaman ingilterede başlayan sanayi devrimiyle
insanlar makineleşti ingiltereden avrupaya yayılan sanayileşme teknoloji
tüm dünyaya yayıldı
savaşlar, ticaret, soykırımlar, sağ, sol demirperde falan derken
bugünlere geldik ama bir şey vardı ki avrupa kültüründe hiç değişmedi:
çalışma taktikleri.
Bunlar nasıl bir taktik izliyordu
onu da açıklayayım
adamlar bakıyorlar biri öbüründen bir şey alıyor
öbürüne bir şey veriyor
ticaret sanat kültür mal falan derken
bayağı bayağı bir güçlenenler var
ulan ben kahveden adam çağırıp da gelmem mi
diyemedikleri için bunlar şöyle bir yalan buluyorlar
insan hakları
vaaaaay ulan kim bulmuşsa ellerinden öpeyim
çok fiyakalı bir lafmış bu
hem hepimiz insanız
hem de hakkımız var
yalanını yiyeyim demeden millet atlıyor üstüne
efendim nedir bu insan hakları
bütün dinlerin ortak bildirdikleri bazı şeylerin
yazılı hale getirilmesi ve birazcıkta ek
( tabi heriflerde bir afra bir tafra
ulan ne oldu eskiden gelirdin bir çayımızı içerdin
hadiii lannnn o eskidendi
şu aralar çok yoğunum
insan hakları beyannamesi hazırlıyorum
boru mu? )
adamlar insan hakları beyannamesi hazırlayınca
ilk işleri ne olmuş bil bakalım
memlekette ne kadar kızılderili varsa
hemen hemen hepsini öldürmüşler
memleket dememe bakma
KITADA adam bırakmamışlar
(bak bir abi olarak uyandırayım
bu kızılderililerden öğrenirsen iyi olur
iyi çalış oralarda bu adamların nerelerde saklandıklarını
zula yerlerini öğren
yarın öbür gün allah muhafaza başına bir iş gelir
bir kız falan kaçırırsın hooop git hemen bunların yanına
bu eskiden saklanıp canlı kalabilmiş
bir iki kızılderilinin saklandıkları yerlerinde kimse bulamaz...
niye? onlardan ancak çok iyi saklanabilen
bir kaç adam kalmış koskoca kıtada
o derece yani, kesin çok sağlam yerler yapmışlar kendilerine )
ulan hani insan hakları ne oldu
cevap hazır tabi papuç kadar dil var ne de olsa
aaaa doğru diyorsun da hani
hak verecek insan nerede
kızılderililer insan değil ki
ikinci cins başka bir şey
düşük kaliteli yaratık abicim onlar
allahaşkına aramıza böyle tipler için lütfen
mesafe koymak istemiyorum
gelll sarılalımmmm kaçma
seninde çok hoşuna gidejeeeeek.....
yaa işte böyle bunlar hem biz insan haklarını icat ettik diye çıkar ortaya övünür sonrada bakarsın ki dünyada ne kadar katliam savaş var bunlar çıkartmış olmaz böyle bir şey.... bunlar böyle yapa yapa dünyanın ağzına mıçtı bir de korkan ülkeler de aman başımıza bela almayalım diye aynen bunlara destek olmuyorlar mı nasıl gıcık oluyorum bir bilsen- en çok da eskiden sevdiğim japonları aklım almıyor
ulan zamanında senin başına dan diye atom bombası sallamışlar
taş taş üstünde kalmamış
sen kalkıp aynı adamlarla elin garibanı ıraka
çoluk çocuğa bomba yağdırıyorsun
ne yaptı lan sana bunlar
heriflere senin yaptığın robotu götürsen
nah ulan al işte uzaydan akrabam
yakında vestel reklamlarında oynayacak desen
aman robot abi uzun yoldan gelmişsendir
bir çay demleyek diye inanır o derece fakirlik ve
imkânsızlıkta yetişmiş bir millete yazık günah değil mi?
Neyse ya uğurcuğum bunlar bir yandan avrupa
bir yandan bütün dünyaya bastırıp durmuşlar
eh insanoğlu çiğ süt emmiş
içimizde kendi çıkarı için bunların kültürünü politikasını
başüstünde tutup gazetelere dergilere tvlere haber yapan
konuyu saptırıp hep kendine yontanlar da var
gün olur keser döner sap döner
gün olur hesap döner demişler
(ulan yoksa böyle dememişlermiydi
kemal sunal gibi olmayalım sana karşı
neyse abicim (bu arada canım kemal ağbime de
allahtan rahmet dilerim çok severdim kendisini)
yani bir gün bunlar daha bir ortaya
gözönüne çıkarılıp bir hesap soran olacaktır
o zaman ebelerinin cinsel organlarını
belgesel halinde görürler tabii
onu demeye çalışıyorum.
Bak aklıma gelmişken
bize barbar falan diyerek yalan dolan
millete kafakarıştıran ermenilerle ilgili şeyler söylüyorlar ya
sakın son zamanlarda bu konu çok konuşuluyor diye
herşeye inanıp üzülme ve şunu düşün
(mantık olarak yani yoksa resmi belgeler
kışkırtıcılık kalleşlik falan onları tarihin içinden
biraz araştırıp bulabiliriz böyle birsürü şey var)
osmanlı bin yıl bak nah yine söylüyorum 5 / 10 / 100 / 500 / değil tam 1000 yıl savaşmış ilerlemiş gerilemiş her yeri birbirine katmış
birebir elinde kılıçla hööööyt diye (ki o zamanlar öyleymiş)
sağa sola girmiş çıkmış amaaaaaa
bu ermenilere ya da yahudilere asla ve asla soykırım uygulamamıştır
ispatı: ermenilerin dili hâlâ var...
ispatı: ermenilerin, osmanlıdan ayrılıp ülke kuracak sınırları falan olan bir ülkeleri var, ispatı: ermenilerin bunları yapacak dilleri, kültürleri var...
osmanlı bin yıl birlikte yaşadığı millete
ulan sen benim toprağımdasın
bundan sonra ya ezan, namaz, dil türkçe
ya da her gün kırk kırbaç artı üstüne işkence
dememiş...
dememiş .... ki
adamların dili dini kültürü vs aynen tam binyıldır
aynen duruyor hadi bakim göster bana
binyıl bir arada yaşadığın insanlardan ayrılınca
ülke kurup soykırımdan çıktım
memlekete döneceğim bir yol parası tazminat abi diyen
başka bir millet var mı
mesela kızılderililer için böyle diyebilir miyiz hani toprak hani dil hani din?
Ancak müzede (adamlar kültüre önem veriyorlar ya
önce öldürüp kökünü kazıyorlar
sonra da öldürdükleri millete kıyak yapıyormuş
önemsiyormuş gibi bir havalar bir havalar
ulan sen bu kızılderilileri öldürmüşsün
topunun köküne kibrit suyu vaziyetleri diyorlar ...
"yok abicim valla iftira na bak adamın şalı duruyor lan müzede
yaparmıyım öyle şey abicim
gel biz şu ortadoğuyu konuşalım
kim sokuyor böyle şeyleri aklına bilmem ki" pozisyonları çok görülüyor yani...
eveeeet bayağı bir dağıttık ben de yazmaya iyice alışmışım bir sardırdım mı böyle gider laf aramızda yengen duymasın lisedeyken (o zamanlar mektup arkadaşlığı modaydı) nah kızlara bir mektup yazardım öyledir böyledir falan bir döktürürdüm aaaa kız almış bohçasını okulun kapısında sabahın körü beni bekliyor ne bu hal
ay sen öyle bir kuşlar bir gülüşler bir aşk yazmışsın
ben de dayanamadım sana kaçtım
ya kusura bakma elimden kaçmış ben bir pastanade buluşalım demek için öyle uzatıp yazdım desen olmaz
neyse bu konular çok tehlikeli
yengen bizi "çok kuran okuyoruz diye
camiden hocalar kovalardı" derecesinde saf olarak biliyor
şimdi maymunun gözüne lazer ameliyatı yapmaya gerek yok
ben zaten istemesemde hafiften elimi suya sokup
şöyle bir bulandırıyorum mutedil dalgalı senin anlayacığın.
Lan oğlum valla yazdıkça gaza geldim yazasım geliyor
sen bunu nasıl okuyacaksın bilmem
bir şey değil yarın öbür gün avrupada ABye hayır çıkmasını
benim yazdıklarıma bağlayacaklar
zaten şu ara çok meşgulüm
AB ye fransızların hayır demesi yüzünden
kına ihracatına başlamanın yollarını arıyorum:)
ya bak bir oraya bir buraya atlayıp duruyoruz bu avrupalıların
esas yaptıklarını ben tam anlatıyordum ki araya laf girdi
( ulan varya tarihin bokunu attım gören de karşılıklı konuşuyoruz sen araya laf soktun sanacak bu kadar olur yani bilmiyorum dünyada bugüne kadar kimse bir şey yazarken karşısındakine araya laf girdi demiş midir ama bir de düşün yani (yaptım yaptım ama hele bir sor niye yaptımmmm :)) o kadar seni karşımdaymışsın gibi düşünerek yazıyorum ki ara sıra sesini duyar gibi oluyorum (peeeehhhh peeeehhhh ulan bu kadar kuyruklusu yani böyle bir yalan cinsi yok be:) ) neyse karıştırmayalım arada sırada espri yapıyorum ki tarih falan anlatıyoruz diye uyuma (bırakırım seneye kalırsın karışmam bak) ayrıca karşımda oturuyor gibi hissetmem alttan ayakkabılarınla paçalara darbe yapabileceğin anlamına gelmiyor çek ayaklarını. Lütfen laubalilik istemem (hani bir kere dedik ya karşılıklı konuşuyormuşuz gibi diye illa mokunu çıkaracağız)
gelelim avrupaya
evet iyi güzel....
ama bu güzellik diğer dünya ülkelerinin kanları ve
malları üzerine kurulmuştur
sanat ilim bilim herşey fasarya
herşey numara
hep çıkar savaşı yaptıklarını saklamak için
hep para için bu kadar şey
hep göz boyamaca
bu dünya, bunların 2000lerde gözlerinin önünde
gerçekleşen sırp boşnak katliamına seyirci kalmalarını
BM le natoyla müdahele ediyormuş gibi yapıp
Kimsenin karışmamasını sağladıklarını unutacak mı sanıyorlar
İnsanlar affetse tarih affetmez tarih affetse biz affetmeyeceğiz
Neyse kaptırmayayım fazla üzülüyorum sonra
zamanı gelmiş bunlar bakmışlar
ulan koca osmanlı sonra ruslar aldı başını gidiyor
daha geçen gün bir yeniçeri
viyana kapısının ordaki bakkaldan
helva ekmek almış da
bir şey yokmuş gibi
bir yandan da viyana şehir surlarını kesiyor kesin saldıracaklar
yok yok ben anladım bunlar viyana kapılarına dayanacaklar diyor
(bakkalın mikinde değil tabi olur mu abiciğim daha neler diyor)
hadi onu geçtim ya ruslar
ulan bunlar daha sinsi
kendileri gelemiyorlar
fikirlerini millete aşılıyorlar
yok abicim bu iş böyle olmayacak
ya biz ne yapacağız ne yapacağız derken
hah bunları biz parçalayalım demişler
ulan yine atmaya başladın oğlum diye cevaplar yükselmiş
tabiiki av partisinde palavra sıkma yarışması değil bu
koskoca osmanlı
ne parçalıyorsun
gazete kağıdı mı bu
yok abicim öyle değil
biz elimizi bile sürmeyeceğiz bunlara
ben bir gaz vereceğim
yok sen macarsın
yok sen bulgarsın
ulan sen de ermeni
sen de kürt ol
sen sen sen gel bakayım
ne lan böyle güneşte şapkasız gezmişsin
bu kadar yanmışsın böyle
bari sen de arap ol diyeceğim
ardından ulan varya oğlum sizden adam olmaz
bak avrupaya her milletin kendi sınırı kendi toprağı var
canım sen de hiç sesini çıkarmıyorsun
nah bende böyle çöl olacak dinler miyim osmanlıyı
diye bir gaz vereceğim
sonra her millet kendi ülkesini yaratmak için
başlayacak isyana ayaklanmaya seyret ki ne cümbüş
bir de bunlara silah sattık mı var ya ne biçim köşeyiz...
işte avrupalıların fikirleri böyleymiş
önce büyük imparatorlukları
büyük devletleri parçalamak için
böl yönet sistemini uygulamışlar
sonra bölünenleri bir daha bölmek için
azınlık kalmışsınız oğlum
bak herkes ne güzel memleket yaptı kendine demiş
en sonra da bölünecek birşey kalmayınca
(ki bunlar bölünmez denen atomu da bölmeyi becermişlerdi
- --tom parçalanabilen, parça anlamına gelir
başına a koyunca tersi
sosyal asosyal gibi
tom atom oluyor yani
atomun ismi bile parçalanamayan anlamına geliyor
adamlar onu bile parçalamış)
neyse bölünecek birşey kalmayınca
ulan dur şunları bir de insan hakları
özgürlük demokrasi diye ayağa kaldırayım da
iyice birbirlerine girsinler demişler
maksat özelleştirme olsun küreselleşme olsun
oğlum yoksa na benim elli tane fabrikam var
senin tekelini, ereğlidemirçeliğini ne yapacağım
hayır hacdan geldim canım sıkıllıyor
meşgul olacak birşeyler arıyorum hesaaaabı.
Ah uğurcum ah bunlar anlat anlat bitmez
merak ediyorum bu maili alınca
hayatını eskisi gibi devam ettirebilecek misin
ya eşe dosta
bakın böyle bir mail aldım diye
elinde çıkışlarla gezip anlatacaksın
ya da abi biz ölmedik
tedavin için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım
bakırköyde tanıdık doktor var
diyeceksin bilmem artık gerisi sana kalmış.
Bu mevzular seni fazla sıkmış olabilir
ilerde seninle edebiyattan felsefeden
etimolojiden bilgisayardan ve
hatta bas gitardan punktan bile konuşabiliriz
ama bireysel düşünen batı toplumunun
inşa edildiği kültürü anlatmadan
niye benciller onu veremezdim gibi geliyor
kakara kukara biraz acı biraz tatlı
anlatmaya çalıştım işte
özlemişim ulan seni
kendi kendime harbiden burada özlem giderdim
valla kendine iyi bak
oralarda kanadalı karılara hava atacağım diye
sakın çocuğu şapkasız sokağa çıkarma
(sen anlıyorsundur artık ne demek istediğimi
ona göre cebinde parayla iskelet gibi aids oldum diye gelmeyesin buralara
.......... kardeşime aids bulaştıran o karıların hepsini sonra
diyeceğim olmayacak
korkudan bende bi mok yiyemem
yaptıkları yanlarına kâr kalır
(hayır hafiften elle tacize niyetleniyorum karılara
bir zararı olmaz o açıdan:))
evet bu mailin sonunu da senin diğer isteğini cevaplayarak bağlayalım
şimdi sen demişsin ki abicim
burada dvd ibadullah
söyle de güzel film seyredelim
şimdi film denince
(ulan dur aklıma takılmıştı bari onuda söyleyeyim
demin aids dedim ordan,
bu ispanyol dilini kullananlar bir garip
bütün dünyanın AIDS dediğine SIDA diyorlar
diyeceksin ki abi bunda ne var
oğlum manyak bunlar
hepimizin ALO dediğine de OLA diyorlar
nah bak inanmıyorsan
rastgele
ispanyadan bir numara ara
dan diye karşına çıkıyor OLA
hayır
OLA ne lan manyak diyeceksin
herif türkçe bilmiyor
boşuna uzatma
ama kendi uzatırsa
sülalesinin nüfus kütüğünü bir karıştır bakalım
anne tarafından ahlaka mugayir birileri varmıymış
fazla uzun konuşma yine de
sen orada bir yerde gurbettesin
kendini düşündüğün gibi başkalarını da düşün
millet kanadadan ispanyayı türk aramış diye düşünmez
ispanyol arkadaşın varsa onu işten atarlar
ulan pis sapık kanadadaki karılar yetmedi
ispanyada 900lü hat mı arıyorsun diye
yazıktır elin ispanyoluna milletin başını yakma)
neyse film konusuna girelim
evet giriyorum 1......2....3
peheeeey son iki senede 561 film seyretmişim ki
çay kutusundan kamera yapıp yönetmenliğe soyunurum
ama iyi de
iyi film nerde
ben sana en kral filmleri söyleyeceğim
ve sen abi bunları nereden duydun
nereden biliyorsun
gözünü seveyim başka biliyorsan söyle
sana da bir tane kopyalayayım diyeceksin
zahmet etme ben zamanında azmettim
divxlerini buldum
(ama abicim orjinal dvdleri yollarım diyorsan adresi biliyorsun:))
sayalım bakalım ilk aklıma gelenleri....
bir onluk liste yapayım şöyle
seni manyak etsin +3 tanede ek yapayım sonuna
10luk içinden seyrettiklerin vardır diye
haaaa o börek yapıp sana veren arnavut kardeşimizinde
gözlerinden öperim bak çağır onu da
filmleri beraber seyredip beni çekiştirirsiniz ulan
adam ne filmler bulmuş yaaa diye
evet listeye geçelim....
1. kafadan ai.
ai ne deme aklını alırım artificial intelligence yani yapay zekâ benden
10 alan ama notu bir sahnesinde imaclere takılan camdan denizanası gibi hoparlörleri acayip görünüyor diye kullandıkları için 9 a düşürülen tek film
valla seyrederken ağzım açık kaldı pes dedim
film işi başkaymış
ben herşeyi yapabilirim ama böyle bir film yapamazdım dedim.
Haa bu arada tabii ki çok güzel mükemmel denilebilecek bütün dünyanın onayladığı olağanüstü filmler var ama ben herkesin sana ilk anda söyleyebileceği stalag 17, kwai köprüsü, it’s awonderful life, 12 angry men, full metal jacket gibi gerçekten güzel ama bilinen filmleri bu listeye almıyorum onları zaten her zaman bulabilirsin.(durma lan mahsustan bunları da anlatıyorum not al) Evet devam ediyorum bir de bu listede
1 beşten üç yediden daha iyidir gibi bir sıralama yok öylesine karışık bir ilk on
1- a.i (artificial intelligence bütün bilimkurguların üstüne çıkıyor)
2- amelie (değişik bir yaklaşım, hoş ayrıntılar)
3- others (korku filmlerini hiç sevmem ama bu başka sakın sıkılma sonuna kadar seyret zaten korkudan çok gerilim sayılır ama insanı harbiden şok ediyor)
4- Animatrix (matrixin fikir kaynağı animasyonlardan oluşan bir film ama matrixin iğrençliğini hiç aklına getirme bu manyak bir şey mutlaka seyret)
bu arada alakasız bir şey gece saat 00:30 yengen sigara böreği kızarttı mis gibi sana maile attachlayacağım ama bu yahoo uyuzu alıp cebe atar diye vaz geçtim zaten sende yazmışsın burada türk marketi var ne ararsan var diye e birde aşçılık falanda yerinde diyorsun artık filmleri seyrederken sende kendine yapıp ziyafet çekersin yok yapamam dersen 3 tanesi 1$lara paketleyip kargoya verebiliriz (bulduk ya şimdi kerizi ticaret yapacağız oğlum üç kuruş kazanacağız göz dikmeyin bir saat anlattık adam dünyayı götürmüş bizim 1 dolarlara mı gözünüzü diktiniz :) )
ulan bir listeyi yapamadık be dur bu sefer bitiriyorum sonra kitap okuyacağım çok uzadı harbiden. Alalım baştan ve bari yapalım yirmi (ulan nasıl türkçe bu küçüktüm güzeldi türkçem ilkokulda gibi oldu...)
1- a.i (artificial intelligence)
2- amelie
3- others
4- animatrix
5- brazil
6- cube (yani küp belki de orjinal ismi cell (hücre)dir tam hatırlayamadım ikinciside çekilmişti ama 2.si o kadar parlak değildi.
7- dancer in the dark (björk’ün manyak bir filmi kadın şarkı söyleyeceğine artist olsaymış daha ünlü olurmuş mükemmel bir oyunculuk sergiliyor.
8- My name is SAM (oskarlık)
9- equilibrium
10- gong-fu (evet doğru yazdım kung fu değil gong fu acayip efektli eğlenceli değişik)
11-Hedwig and the Angry Inch
12- hitler (rise of evil) sakın o son çıkan çöküş downfall filmiyle karıştırma bu ona 10 basar
13- intacto (bahis ve iddaada akla gelmeyen yöntemler)
14- le diner de cons (manyak bir komedi böylesine güldüğümü hatırlamıyorum ve adamlar büyük artist aynen bir tiyatro havasında hiç bir zorlamaya gitmeden efektsiz falan ama kesin altına işetiyor)
15- Le Peuple Migrateur(göçmen kuşlar belgeseli bununla birlikte bir belgesel daha var ki kimse bugüne kadar üstüne çıkamadı microcosmos çayırın sakinleri kesin bul seyret derim)
16 memento (kurgusu değişik ve sonu olayı ilginç kılıyor)
17- musa (din filmi kakalamasınlar sana kilisede, çinde geçen bir savaş filmi klasik mantıkta ama güzel çinin kurulma aşamasındaki durumu anlatıyor)
18- no mans land yani tarafsız bölge bosnada sırp müslüman olayını iki kişiyi ikimetrekarelik bir siper içinde başlayıp bitirerek anlatan çok güzel bir film bak orada da nasıl nato bm ne haltlar karıştırıyor mantık ne çok güzel anlatıyor ama çok güzel sürprizleri var filmin o acı havası içinde)
19- phone boot (telefon kulübesi (holywoodun gururu olabilecek çok deli bir gerilim bütün film bir telefon kulübesinde evet o yarım metrekareden küçük yerde geçiyor ve film başlamadan önce kahramanın karakterini (karaktersizliğini) beş dakikada öyle bir veriyorlarki o kadar olur en baba filmlerim arasında ilk üçtedir haaa ona göre çocuk düşürttüren bir gerilim diyeyim ona göre bak)
20- pi bildiğimiz 3.14 pi varya o sayı bak adamlar yahudilerden girip borsaya kabaladan çıkıp piyasaya bilgisayar falan anlatılmaz abicim bulup seyredeceksin.
Gelelim aynı güzellikte filmlere bak bunlar diğerlerinden daha aşağıda değil sadece yukardakilerden seyrettiklerin varsa onların yerine koyman için hepsi benden 8 ve üzeri not alabilmiş filmlerdir zaten burada yazdığım filmlerin içinden bir tanesini bile seyretmişsen diğerlerininde nasıl olduğunu tahmin edersin oralarda bulamazsan kardeşin sana divx olarak kargolar (5 $) :) hani böreklerle kargoya sığdırırsak masraf etmeyiz diye yoksa kim kanadada bulunmayan filmi 5$’a verir masrafı karşılasın hesaaabı
1b- Reservoir Dogs
2b- read my lips
3b- spiritit away (bence bu bir numara olmalıydı taaa en başa koymak lazım bu bir animasyon ama insan zekâsının ve hayal gücünün neler yaratabileceğini görmek için manyak bir şey öyle lord of the rings falan eline su dökemez sırf yaratıcı zeka manyak bir hayal gücü var.
4b- rabbit proof fence (çit)
5b- shaolin soccer
6b- pirates of caribbean
7b- saw (testere) sakın vahşet sanma gerilim filmi ama klasik tarzın dışında örnekler var tavsiye ederim
8b- Reign of Fire
9b- snatch (bendeki film listesine bakıp ordan aklıma gelmeyenlere bakınca böyle biraz alfabetik oluyor nerden zart diye aklıma gelsin birden)
10b- tais toi ( güzel bir komedi ve macera birleşimi mesela nereden aklıma gelecekti dimi?)
11b- terminal
12b -thin red line şimdilik listeden en beğendiklerim ve seyredipde beğendikten sonra evet arkadaş süper diyebilecek kadar arkasında durabileceğim filmler valla felaket uykum geldi biliyorsun zaten bütün gün ekran başındayız bir de evde de saatlerdir neyse uzatmadan (bir de uzatsaydım düşün artık) ufaktan ufaktan hoşçakal diyerek ayrılayım maillerini bekliyorum... sana attığım komik ya da ilginç mailleri senin adres geri göndermeye başlayınca seni listeden çıkarmıştım bir ara gmail falan alıp yahoo dan kurtul da oraya paslayayım güzel şeyler oluyor....
haydi bakalım kısa bir dünyanın geyik tarihi ve film sanat espri derken 32500 vuruş yapmışız bu seferlik bu kadar yeter sakın o kadın için söylediklerimi unutma sen şimdi bu kadar uzun şeyi okuyunca atlayabilirsin diye tekrar hatırlatıyorum herşey gönlünce olsun.

ONALTIKIRKALTI